BEDİÜZZAMAN (R.aleyh) ONTOLOJİSİNİN KAVRAMLARI
HAKİKAT
Hakikat
kavramı, Bediüzzaman (r. aleyh) ontolojisinin önemli kavramlarından birisidir.
Her eşyanın bir hakikati vardır. Eşyanın hakikati, eşyanın tüm varlının
temelini, aslını oluşturur. Allah’ın (c.c.) taalluku eşyanın hakikati aracılığı
ile olur. Hakikatin ayrıntılarını alıntılarla detaylandıralım.
“
Belki bütün hakaik-i kâinat, o mahiyetin Esma-ı Hüsnasından olan Hak isminin
şualarıdır.”[1]
Kâinattaki
tüm hakikatler Hak isminin tezahürüdür. Tek tek varlıkların, âlemlerin,
cinslerin hakikatleri hak ismine dayanır.
“
Hakikat ilmini, hakiki hikmeti istersen, Cenab-ı Hakkın marifetini kazan. Çünkü
bütün hakaik-i mevcudat, ism-i Hakkın şuaat-ı ve esmasının tezahüratı ve
sıfatının tecelliyatıdırlar. Maddi- manevi, cevheri- arazi, her bir şeyin, her
bir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine istinat ederler.
Yoksa hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir surettir.”[2]
Esma-ı
Hüsnanın her birinin de bir hakikati vardır. Eşyanın hakikati, hangi ismin
tezahürü ise hakikatini, o ismin hakikatinden alır.
“
Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esma-i İlahiyeye istinad
eder. Her bir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmaya istinad eder.
Eşyadaki sanatlar dahi, her biri bir isme dayanıyor. Hatta hakiki fenn-i hikmet
hâkim, ismine ve hakikatli fenn-i tıp şafi ismine ve fenn-i hendese Mukaddir
ismine ve hakeza, her bir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gib,
bütün fünun ve kemaliyat-ı beşeriye ve tabakat-ı kümelin-i insaniyenin
hakikatleri esma-ı İlahiyeye istinad eder. Hatta muhakkikin-i evliyanın bir
kısmı demişler: “ Hakiki hakaiki-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise,
o hakaikin gölgeleridir.”[3]
“
Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır; ve lafız manaya bakar,
ona göre nurlanır; ve suret hakikate istinat eder, ondan kıymet alır. Aynen
öyle de, bu maddi ve cismani olan âlem-i şahadet dahi bir cesettir, bir
lafızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye
dayanır, hayatlanır, istinat eder, canlanır, ona bakar güzelleşir. Bütün maddi
güzellikler kendi hakikatlerinin ve manalarının manevi güzelliklerinden ileri
geliyor. Ve hakikatleri ise, esma-ı İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi
gölgeleridir.”[4]
Eşyaların
hakikatleri, ilgili oldukları isimden feyizlenirler. Hakikatleri, o isimlerin
yansıyan gölgeleri gibidir.
“
Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fennin bir
hakikat-ı aliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlahiyeye dayanıyor. Pek çok
mertebeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme
dayanmakla, o fen, o kemalat, o sanat kemalini bulu, hakikat olur. Yoksa yarım
yamalak bir surette nakıs bir gölgedir.
Mesela,
hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenab-ı Hakkın (c.c.) ism-i
Hâkiminin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlerinde
ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet,
hikmet olabilir. Yoksa ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya
felsefe-i tabiye misilli dalalete yol açar.”[5]
Her
eşyanın, her âlemin, her varlığın kısaca her şeyin bir hakikati vardır. Şeyler
hakikatleri sayesinde bir şey olur. O hakikat ile var olur. Hakikati olmayan
bir şey var olamaz. Şeyler hakikatleri ile kaimdir. Şeyler hakikatlerine
dayanırken, hakikatlerde esma-i İlahiyeye dayanır. Hakikatleri esma-i İlahiye
var eder.
“
Zira aynanın iki veçhi gibi, her şeyin bir mülk ciheti ki, aynanın mülevven
yüzüne benzer; muhtelif renklere ve halata medar olabilir. Biri melekûttur ki,
aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir veçhinde, kudret-i Samedaniyenin
izzetine ve kemaline münafi halat vardır. Esbab, o halata hem merci, hem medar
olmak için vaz edilmişler. Fakat melekutiyet ve hakikat canibinde her şey
şeffaftır, güzeldir, kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine münafi
değildir. Onun için, esbab sırf zahiridir; melekutiyette ve hakikatte tesir-i
hakikileri yoktur.”[6]
Eşyanın
iki yüzü vardır. Zahiri ve mülki yüzü bir tarafta, hakiki ve melekuti yüzü bir
taraftadır. Kudret-ı İlahi hakikat ve melekût tarafına mübaşeret eder. Allah
(c.c.) eşyayı bu yüzünden idare eder.
Allah (c.c.) kâinatı ve tüm eşyaları hakikatlerinden idare eder.
Hakikatlerinin perçemleri Onun dest-i kudretindedir.
“
O dar âlemden çıkacak, meyvedar koca bir ağaç olmakla, küçücük cüzi hakikati ve
ruh-u manevisi büyük bir hakikat-ı külliye suretini alacaktır.
İşte
aynen onun gibi insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden
kıymetli programlar tevdi edilmiş.”[7]
“
Bütün hububat, tohumlar, lisan-ı istidatla Fatır-ı Hakime dua edeler ki, “
senin nukuş-u esmanı mufassal göstermek için bize neşvünema ver. Küçük
hakikatimizi sümbülle ve ağacın büyük hakikatine çevir.”[8]
Hakikat
gelişir. Hakikatin gelişmesi ile ona bağlı olan maddi kısımda gelişir. İnsanın
hakikati önce, bedeni daha sonra gelişir.
“
Hakikati zılliyedir; yani hak ve vacip bir hakikatin cilvesini taşıyan mümkün
ve miskin bir zılldir.”[9]
“
Hakikatin hükmü bir derece suretine ve misaline geçer; güneşin ziyası ve
harareti, aynadaki misaline geçtiği gibi.”[10]
Her
eşyanın maddi yönü ve sureti hakikatinin etkisinde, hakikati ise, o eşya ile
ilgili ismin etkisi altındadır.
“
İnsanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı
çekirdeği olduğunu…”[11]
İnsan
kalbi, kâinatın çekirdeği gibidir. Ağaca çekirdek, tohum neyse, kainata göre
insan kalbi de odur.
“ Her
şey, manay-ı ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir; kendi zatında müstakil ve
bizatihi sabit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim bir hakikati yok.
Fakat Cenab-ı Hakka bakan vecihte ise, yani manay-ı harfiyle olsa hiç değil.
Çünkü onda cilveci görünen esma-i bakiye var. Madum değil; çünkü sermedi bir
vücudun gölgesini taşıyor. Hakikati var, sabittir, hem yüksektir. Çünkü mazhar
olduğu baki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir.”[12]
Bir
ağacın çekirdeği, cüzi bir hakikate sahiptir. Ağaç olup meyve verse külli bir
hakikate sahip olur. Eşyanın hakikatleri gelişir. İnkişaf eder. İnsandaki
yetenekler ve programları cüzi hakikati, insanın bunları inkişaf ettirmesi,
kâmil insan olması külli hakikatidir. İnsan hakikati bağlı olduğu isim nedeni
ile sabit ve daimi bir varlık kazanır.
“
Evet, hakikat ne kadar zayıf olsa da, ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki
teşahhuslarda, suretlerde, seyrüsefer ede. Hakikat büyür, inkişaf eder,
gittikçe genişlenir. Kışır ve suret ise eslileşir, inceleşir, parçalanır; sabit
ve büyümüş hakikatin kametine yakışmak için, daha güzel olarak tazeleşir.
Ziyade ve noksan noktasında, hakikat ile suret makusen mütenasiptirler. Yani
suret kalınlaştıkça hakikat inceleşir. Suret inceleştikçe, hakikat o nisbette
kuvvet bulur.
İşte, şu kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün
eşyaya şamildir. Demek, her halde bir zaman gelecek k, kâinat hakikat-i
uzmasının kışır ve sureti olan âlem-i şahadet…”[13]
Hakikat
bakidir. Sabittir. Canlıdır. Suret hakikate göre şekil alır. İnsan sureti,
insan hakikatine uygun bir suret almıştır. Âlem-i şahadet kâinatın suretidir.
Hakikat ile suret birbirinin zıddıdır.
“Bil
bedahe, madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin, kemalat ondan istenilsin.
Belki mahkûmdur; bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollarla hareket
eder. İşte o esas hayattır, ruhtur, şuurdur.
Hem,
bizzarure, madde lüb değil, esas değil, müstakar değil ki, işler ve kemalat ona
takılsın, ona bina edilsin. Belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyya bir
kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir.”[14]
Ruh
hakikat, madde surettir.
“
Kanun-u teşekkülatı, yüzler tohumcuklarında beka bulup devam eder. Madem bir
parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü…”[15]
Çiçeklerin
oluşum kanunlarını barındıra tohumları onların ruhu gibidir, baki kalır.
“
Ruh, zihayat, zişuur, nurani vücud-u harici giydirilmiş, cami, hakikatdar,
külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emridir.
Dikkat
edilse, maruz-u tagayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-ı sabite vardır ki,
bütün tagayyürat ve inkılabat ve etvar-ı hayat içinde yuvarlanarak suretler
değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak baki kalıyor.
Madem
Fatır-ı Zülcelâl, insanı cami bir ayna ve külli bir ubudiyetle ve ulvi bir
mahiyetle yaratmıştır. Her fert deki hakikat-ı ruhiye, yüz binler suret değiştirse,
izn-i ilahi ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. Öyleyse, o sahs-ı
insaninin hakikat-ı zişuuru ve unsur-u zihayatı olan ruhu dahi, Allah’ın
emriyle, izniyle ve ipkasıyla, daima bakidir.”
“
Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücutları sayılan hem manası, hem
hüviyet-i misaliyesi ve sureti, hem neticeleri, hem mübarek ise sevabı, hem
hakikati gibi çok vücutları bırakır, sonra perde altına girdiği gibi; aynen
öylede, bu vücudum ve zihayatın vücudu, zahiri vücuttan gitse, ziruh ise hem
ruhunu, hem manasını, hem hakikatini, hem misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin
dünyevi neticelerini ve uhrevi semerelerini, hem hüviyet ve suretini…”[16]
Ruh
insanın hakikatidir. İnsan varlığı ruha dayanır. Ruhla kaimdir.
“
Hem, bil müşahede, madde mahdum değil ki, her şey ona irca edilsin. Belki
hadimdir, bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat hayattır. O
hakikatin esası da ruhtur. “
Bediüzzaman
(r.aleyh ) kâinatın hakikati olarak nur-u Muhammed’i (S.A.V), hakikat-i
Muhammed’i (S.A.V) gösterir.
“
İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi ve hakikat-i
Muhammediye Aleyhisssalatü vesselam cihetiyle çekirdek-i aslisi…”[17]
“
İ’lem eyyühel Aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla
bakılırsa, nur-u Muhammedi (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.
Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül
edilirse, nur-u Muhammedi hem çekirdeği, hem semeresi olur.
Eğer
dünya mücessem bir zihayat farz edilirse, o onun ruhu olur.
Eğer
büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.
Eğer
pek şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedi onun andelibi
olur.”[18]
“
Hakikat-i Muhammediyesi hem sebeb-i hilkat-i âlem, hem neticesi ve en mükemmel
meyvesi …”[19]
İmam-ı
Mübin, Kitab-ı Mübin, Lehv-i mahv ve isbat kavramları ile ilgili yaptığı
açıklamalar da, bu kavramların, kâinatın hakikati ile ilgili, kavramlar
olduğunu gösteriyor.
“
İmam-ı Mübin, ilim ve emr-i İlahinin bir nevine bir unvandır ki, âlem-i
şahadetten ziyade âlem-i gabya bakıyor. Yani zaman-ı halden ziyade, mazi ve
istikbale nazar eder. Yani, her şeyin vücud-u zahiriyesinden ziyade, aslına,
nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlahinin bir defteridir.
“
Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve emr-i İlahinin bir unvanıdır. Yani,
eşyanın mebadileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizamla eşyanın
vücutlarını gayet sanatkârane intaç etmesi cihetiyle, elbette desatir-i ilm-i
İlahinin bir defteriyle tanzim edildiğini gösteriyor. Ve eşyanın neticeleri,
nesilleri, tohumları, ilerde gelecek mevcudatın programlarını, fihristlerini
tazammun ettiklerinden, elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu
bildiriyorlar. Mesela, bir çekirdek, bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek
olan programları ve fihristleri ve o fihriste ve programları tayin eden o
evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir.
Elhasıl,
İmam-ı Mübin, kader-i İlahinin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir. O
desatirin imlasıyla ve hükmüyle, zerrat, vücud-u eşyadaki hidematına ve
harekâtına sevk edilir.
Amma
Kitab-ı Mübin ise, âlem-i gaybdan ziyade âlem-i şahadete bakar. Yani mazi ve
müstakbelden ziyade zaman-ı hazıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyade kudret
ve irade-i İlahiyenin bir unvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübin
kader defteri ise, Kitabı Mübin kudret defteridir. Yani, her şey vücudunda,
mahiyetinde, sıfat ve şuunatında kemal-i sanat ve intizamları gösteriyor ki,
bir kudret-i kamilenin desatiriyle ve bir irade-i nafizenin kavaniniyle vücut
giydiriliyor; suretleri tayin, teşhis edilip birer miktar-ı muayyen, bir şekl-i
mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin külli ve umumi bir mecmua-i
kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki, her bir şeyin hususi vücutları ve
mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giyilir.
İşte,
İmam-ı Mübinin imlasıyla, yani kaderin hükmüyle ve düsturuyla, kudret-i
İlahiye, icad-ı eşyada her biri birer ayet olan silsile-i mevcudatı, lehv-i
mahv , İsbat denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icad ediyor,
zerratı tahrik ediyor. Demek, harekât-ı zerrat, o kitabetten, o istinsahtan,
mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şahadete ve ilimden kudrete geçmelerinde olan
bir ihtizazdır, bir harekâttır.
Amma
Lehv-i Mahv, isbat ise, sabit ve daim olan Lehv-i mahfuz-u Azam’ın daire-i
mümkinatta, yani mevt ve hayatta, vücut ve fenaya daima mazhar olan eşyada
mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-i zaman odur.
Evet, her şeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan
eden bir nehr-i azimin hakikati dahi, Lehv-i Mahv, İsbat’taki kitabet-i
kudretin sayfası ve mürekkebi hükmündedir. La ya’lamu’l-gaybe illallah. “[20]
[1] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 463.
[2] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 209.
[3] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 286.
[4] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf.881
[5] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 106.
[6] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 121.
[7] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 137.
[8] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 487.
[9] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 243.
[10] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 363.
[11] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 561.
[12] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 373.
[13] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 238.
[14] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 227.
[15] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i
Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 231.
[16] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 877.
[17] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 877.
[18] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1325.
[19] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 1126.
[20] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 247.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder