BEDİÜZZAMAN’IN (r.aleyh) ONTOLOJİSİNİN KAVRAMLARI
SURET KAVRAMI
Her
varlığın hakikat ve mahiyetine uygun bir de sureti vardır. Aslında her varlığın
bir sureti vardır. Hakikat ve mahiyetinde kendilerine layık suretleri vardır.
“
Çünkü mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil
verilmez ve üstünde bir suret ve taayyün vermek için hükmedilmez.”[1]
Allah’ın
(c.c.) Zat’nın, zati sıfatlarının hiçbir şekilde hududu, nihayeti yoktur. Bu
nedenle bir taayyünü de, sureti de yoktur. Ancak sıfat, isim ve
fiillerinde, insanın vehmi, itibari
enesi ile çizebileceği vehmi, itibari bir suret olabilir.
“
Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır; ve lafız manaya bakar,
ona göre nurlanır; ve suret hakikate istinat eder, ondan kıymet alır. Aynen
öyle de, bu maddi ve cismani olan âlem-i şahadet dahi bir cesettir, bir
lafızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye
dayanır, hayatlanır, istinat eder, canlanır, ona bakar güzelleşir. Bütün maddi
güzellikler kendi hakikatlerinin ve manalarının manevi güzelliklerinden ileri
geliyor. Ve hakikatleri ise, esma-ı İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi
gölgeleridir.”[2]
“
Malumdur ki, bir ağacın, insanın azaları gibi onun daları, meyveleri,
yaprakları, çiçekleri gibi bütün azaları arasında bir münasebet, bir tenasüp,
bir muvazenet lazımdır. Her bir cüzü, o ağacın mahiyetine göre bir şekli alır,
bir suret verilir.”[3]
Mahiyet
hakikatten, suret mahiyetten feyz alır. Eşyaların suretleri mahiyet kalıbına
göre belirlenir.
“
Evet, hakikat ne kadar zayıf olsa da, ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki
teşahhuslarda, suretlerde, seyrüsefer ede. Hakikat büyür, inkişaf eder,
gittikçe genişlenir. Kışır ve suret ise eslileşir, inceleşir, parçalanır; sabit
ve büyümüş hakikatin kametine yakışmak için, daha güzel olarak tazeleşir.
Ziyade ve noksan noktasında, hakikat ile suret makusen mütenasiptirler. Yani
suret kalınlaştıkça hakikat inceleşir. Suret inceleştikçe, hakikat o nisbette
kuvvet bulur.
İşte, şu kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün
eşyaya şamildir. Demek, her halde bir zaman gelecek k, kâinat hakikat-i
uzmasının kışır ve sureti olan âlem-i şahadet…”[4]
Âlem-i
şehadet tüm varlık türleri ile âlem-i gaybın suretidir. Maddi varlıkların
sureti, hakikatleri inbisat ettikçe tazelenir. Eski suretler yırtılır yerine
yeni suretler gelir. Başka bir deyişle hakikat ve mahiyetin yolculuğu suretten
suretedir.
“
Kader, ilmin bir nevidir ki, her şeyin manevi ve mahsus kalıbı hükmünde bir
miktar tayin eder. Ve o miktar-ı kaderi, o şeyin vücuduna bir plan, bir model
hükmüne geçer. Kudret icat ettiği vakit, gayet suhuletle, o kaderi miktar
üstünde icat eder. Çünkü o miktar-ı kaderi ve miktar-ı ilmi olmazsa, binler
harici ve maddi kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde istimal edilmek lazım
gelir.“[5]
“
Mesela, nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o
yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitap birden her bir göze
vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de, o Kadir-i Ezelinin ilm-i
muhitinde, her bir şeyin suret-i mahsusası, bir miktar-ı muayyenle taayyün
ediyor. O kadir-i Mutlak, emr-i künfeyekün ile o hadsiz kudretiyle ve nafiz
iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve suhuletle, kudretin bir
cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücudu harici verir,
göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutur.”[6]
“
İ’lem eyyühe’l-aziz! Her şeyi tahrik eden zerrat-ı muteharrikenin, muaayen
hadlerine kadar hareket ettikten sonra tevakkuf ve durmalarına dikkat eden adam
anlar ki, her şeyin hududunda daima harekette bulunan zerratı durdurup geri
çeviren bir hudut bekçisi vardır; o zerratı taşmaktan men ediyor. O bekçi ise,
muhit bir ilmin tecellisidir ki, o tecelli kadere, kader miktara, miktar da
kalıba tahavvül eder. Demek, her şey içinde bulunan zerrata kalıptır.”[7]
“İ’lem
eyyühe’l-aziz! Çekirdek ağaç olmazdan evvel, yumurta kuş olmazdan evvel, habbe
başak olmazdan evvel binlerce imkân ve ihtimaller içerisinde iken, o eğri büğrü
ihtimaller içerisinde ve binlerce suret ve şekillere girmek kabiliyetinde iken,
o eğri büğrü ihtimaller, yollar içinden çekilip doğru ve müstakim müntec bir
şekle, bir vaziyete sevk edilmelerinden anlaşılır ki, o tohumlar, evvelce de
Allamu’l-Guyubun terbiye, tedvir, tedbiri altında imişler.”[8]
“
Mevcudat iki vecihle icat ediliyor. Biri ibda ve ihtira tabir edilen hiçten
icaddır. Diğeri, inşa ve terkip tabir edilen, mevcut olan anasır ve eşyadan
toplamak suretiyle ona vücut vermektir.
Evet,
eğer eşya bir Ferd-i Vahide verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleri ile azameti
anlaşılan o nihayetsiz kudretiyle, hiçten icat eder. Ve ihatalı, nihayetsiz
ilmi ile her şeye manevi bir kalıp hükmünde bir miktar tayin eder. Ve o ayine-i
ilmindeki her şeyin suretine ve planına göre, kolayca, her bir şeyin zerreleri
o kalıb-ı ilmi içine yerleşir, muntazaman vaziyetlerini muhafaza ederler.
Eğer,
etraftan zerreleri toplamak lazım gelse de, ilm-i kanunların ve kudretin
ihatalı düsturları cihetiyle, o zerreler, kanun-u ilmi ve sevk-i kudreti ile
bağlanmaları haysiyetiyle, muti bir ordunun neferatı gibi muntazaman, kanun-u
ilmi ve sevk-i kudreti ile gelip o şeyin vücudunu ihata eden kalıb-ı ilmi ve
mikdar-ı kaderi içine girip, kolayca vücudunu teşkil ederler. Belki aynadaki
aksin fotoğraf vasıtasıyla kağıt üstüne vücud-u harici giymesi veyahut
görünmeyen bir yazıyla yazılan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi
gibi, ferd-i vahidin ilm-i ezelisinin aynasında bulunan mahiyet-i eşyaya ve
suver-i mevcudat, gayet suhuletle, kudret onlara vücud-u harici giydirir. Ve
âlem-i manadan âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir.”[9]
“Zira
her bir tohum ve çekirdekler, kaf nun tezgâhından çıkan birer latif sandukçadır
ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki, kudret, o
kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde o koca
mucizat-ı kudreti bina ediyor.
Hem
her şeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vazıhan gösteriyor. Evet, hangi zihayata
bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve sanatlı bir kalıptan çıkmış gibi, bir
miktar, bir şekil var ki, o miktarı, o sureti, o şekli almak, ya harika ve
nihayet derecede eğri büğrü maddi bir kalıp bulunmalı veyahut kaderden gelen
mevzun, ilm-i bir kalıb-ı manevi ile kudret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip
giydiriyor. Mesela, sen şu ağaca, şu hayvana dikkatle bak ki, camid, sağır,
kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler onun neşvunemasında hareket eder.
Bazı eğri büğrü hudutlarda, meyve ve faydaların yerini tanır, görür, bilir,
gibi duru, tevakkuf eder. Sonra, başka bir yerde, büyük bir gayeyi takip eder
gibi yolunu değiştirir. Demek, kaderden gelen miktar-ı manevinin ve o miktarın
emr-i manevisiyle zerreler hareket eder.[10]
“
Umum eşyada, hususan zihayat masnularda, hikmetli bir kalıptan çıkmış gibi, her
şeye bir miktar-ı muntazam ve bir suret, hikmetle verildiği; ve o suret ve
miktarda, maslahatlar ve faydalar için eğri büğrü hudutlar bulunması; hem
müddet-i hayatlarında değiştirdikleri suret libasları ve miktarları yine
hikmetlere, maslahatlara muvafık bir tarzda, mukadderat-ı hayatiyeden terkip
edilen manevi ve muntazam birer suret, birer miktar bulunması bilbedahe
gösteriri ki, bir kadir-i Zülcelalin ve bir Hakim-i Zülkemalin kader dairesinde
suretleri ve biçimleri tertip edilen ve kudretin tezgahında vücutları verilen
…”[11]
“
Herşeye, o şeyin kabiliyet-i mahiyetine göre kemal-i mizan ve intizamla biçilip
hüsn-ü sanatla tertip, edilip, en kısa yolda, en güzel bir surette, en hafif
bir tarzda, istimalce en kolay bir şekilde ( mesela kuşların elbiselerine ve
her vakit tüylerini oynatmalarına ve istimal etmelerine bak) hem israfsız,
hikmetli bir tarzda vücut vermek, suret giydirmek…”[12]
Varlıkların
suretleri, Allah’ın (c.c.) varlığının, birliğinin ilminin, kudretini,
hikmetinin delillerini oluşturur. Bu delilleri Bediüzzaman ( r.aleyh) sık sık
dile getirir.
“
Arkadaş! Her bir şey için iki suret ve şekil vardır:
Biri:
Maddiyedir ki, adeta bir gömlek gibi, her şeyin vücuduna göre kaderin
takdiriyle biçilmiş şu görünen suretlerdir.
Diğeri:
Makuledir ki, bir şeyin yaşadığı bir ömürde murur-u zamanla değiştirdiği
muhtelif maddi suretlerin içtimaından tasavvur edilen bir suret-i vehmiyedir.
Bir
ateşin sur’atle tedvirinden hâsıl olan daire-i vehmiye gibi, her şeyin tarih-i
hayatını bildiren ve kadere medar olan ve mukadderat-ı eşya denilen şu ikinci
suret, makuledir. Suret-i maddiye itibariyle her şeyin bir nihayeti, bir gayesi
olduğu gibi, suret-i maneviye itibariyle de bir nihayeti ve gizli bazı
hikmetler için bir gayesi de vardır. Binaenaleyh, her şeyin suret-i
maddiyesinde, kudret-i Rabbaniye ustadır, kader mühendistir. Suret-i
maneviyesinde ise, kader mistardır, yani, teşekkülatın çizgilerini çizer;
kudret mastardır, yani o çizgiler üstünde yapılan teşekkülat, kudretten sudur
eder.”[13]
“
Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve emr-i İlahinin bir unvanıdır. Yani,
eşyanın mebadileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizamla eşyanın
vücutlarını gayet sanatkârane intaç etmesi cihetiyle, elbette desatir-i ilm-i
İlahinin bir defteriyle tanzim edildiğini gösteriyor. Ve eşyanın neticeleri,
nesilleri, tohumları, ilerde gelecek mevcudatın programlarını, fihristlerini
tazammun ettiklerinden, elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu
bildiriyorlar. Mesela, bir çekirdek, bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek
olan programları ve fihristleri ve o fihriste ve programları tayin eden o
evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir.
Elhasıl,
İmam-ı Mübin, kader-i İlahinin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir. O
desatirin imlasıyla ve hükmüyle, zerrat, vücud-u eşyadaki hidematına ve
harekâtına sevk edilir.
Amma
Kitab-ı Mübin ise, âlem-i gaybdan ziyade âlem-i şahadete bakar. Yani mazi ve
müstakbelden ziyade zaman-ı hazıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyade kudret
ve irade-i İlahiyenin bir unvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübin
kader defteri ise, Kitabı Mübin kudret defteridir. Yani, her şey vücudunda,
mahiyetinde, sıfat ve şuunatında kemal-i sanat ve intizamları gösteriyor ki,
bir kudret-i kamilenin desatiriyle ve bir irade-i nafizenin kavaniniyle vücut
giydiriliyor; suretleri tayin, teşhis edilip birer miktar-ı muayyen, bir şekl-i
mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin külli ve umumi bir mecmua-i
kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki, her bir şeyin hususi vücutları ve
mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giyilir.
İşte,
İmam-ı Mübinin imlasıyla, yani kaderin hükmüyle ve düsturuyla, kudret-i
İlahiye, icad-ı eşyada her biri birer ayet olan silsile-i mevcudatı, lehv-i
mahv , İsbat denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icad ediyor,
zerratı tahrik ediyor. Demek, harekât-ı zerrat, o kitabetten, o istinsahtan,
mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şahadete ve ilimden kudrete geçmelerinde olan
bir ihtizazdır, bir harekâttır.
Amma
Lehv-i Mahv, isbat ise, sabit ve daim olan Lehv-i mahfuz-u Azam’ın daire-i
mümkinatta, yani mevt ve hayatta, vücut ve fenaya daima mazhar olan eşyada
mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-i zaman odur.
Evet, her şeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan
eden bir nehr-i azimin hakikati dahi, Lehv-i Mahv, İsbat’taki kitabet-i
kudretin sayfası ve mürekkebi hükmündedir. La ya’lamu’l-gaybe illallah. “[14]
“
Hem adalet ve mizanla iş görüldüğüne burhan mı istersin? Her şeye hassas
mizanlarla, mahsus ölçülerle vücud vermek, suret giydirmek, yerli yerine
koymak, nihayetsiz bir adalet elini gösterir.”[15]
“ Ya
istidat lisanıyladır, bütün nebatat ve hayvanatın duaları gibi ki, her biri
lisan-ı istidadıyla Feyyaz-ı Mutlaktan bir suret talep ediyorlar ve esmasına
bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar.”[16]
“
Elhasıl: insan çendan fanidir; fakat beka için halk edilmiş ve baki bir Zatın
aynası olarak yaratılmış ve baki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif
edilmiş ve baki bir Zatın baki esmasının cilvelerine ve nakışlarına medar
olacak bir suret verilmiştir.”[17]
“Çünkü görüyoruz ki, her şey cüzi ve külli bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerreden seyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Hâlbuki o mahsus zata ve o mahiyete, hadsiz imkanat içinde o hususiyeti verme; hem, suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve farikalı ve münasip ve muayyen sureti giydirmek… Elbette külli ve cüzi bütün mümkünat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkanatı adedince…”[18]
“Her
şey Onun kudretiyle vücuda gelir. Onun iradesiyle bir vaziyet-i mahsusa alır ve
Onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama girer.”[19]
“
Görüyoruz ki, bu masnuatın her biri muayyen bir zatı, mahsus sıfatı, ayrı
hususi mahiyeti, mümtaz farikalı sureti, hadsiz imkanat ve başka tarzlarda
olabilir… O her bir masnua bütün zerrat ve eczasıyla ve suret ve mahiyetiyle
bir Kadir-i Mutlakın irade ve meşietiyle ve ihtiyar ve kasdıyla o mahsus,
mükemmel vaziyet veriliyor.”[20]
“
İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hak seni âdemden vücuda ve pek çok eşkâl ve
vaziyetlerinden en yükseği Müslim sıfatıyla insan suretine getirmişitr. Mebde-i
hareketinle son aldığın suret arasında müteaddit vaziyetlerin, menzillerin ve
etvar ve ahvalin her birisi sana ait nimetler defterine kaydedilmiştir. Bu
itibarla, senin geçirmiş olduğun zaman şeridine elmas gibi nimetler dizilmiş,
tam bir gerdanlık veya nimetlerin envaine bir fihriste şeklini veriyor.”[21]
“
Melaike insan gibi bir surete inhisar etmez; müşahhas iken bir külli
hükmündedir.”[22]
“ Ve
küre-i arz dahi bir nefistir; baki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya
dahi bir nefistir; ahret suretine girmek için o da ölecek.”[23]
“ Bu
semereler, biraz evvel yediğimiz semereler gibidir, ama suretler bir, manaları
tatları ayrıdır. Demek sureten, şeklen bir olduklarından ülfet lezzetini
veriyor, tatlarının ayrı olmasıyla teceddüd lezzeti hâsıl oluyor.” [24]
“
İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tuba gibi, gövdesi ve kökü yukarda, dalları
aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, ta çekirdek-i asli makamına
kadar nurani bir hayt-ı münasebet var. İşte, Miraç, o hayt-ı münasebetin gılaf-
ve suretidir ki…”[25]
[1] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 241.
[2] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf.881
[3] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 53.
[4] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 238.
[5] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 685.
[6] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 711.
[7] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1335.
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i
Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1365.
[9] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 808.
[10] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 207.
[11] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 303.
[12] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 304.
[13] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1289.
[14] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 247.
[15] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 28.
[16] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 135.
[17] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 586.
[18] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf.915.
[19] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf.924.
[20] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf.1141.
[21] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1334.
[22] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 514.
[23] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 706.
[24] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 1246.
[25] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 263.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder