BEDİÜZZAMAN ONTOLOJİSİ
ALLAH
Bediüzzaman’ın
( R.aleyh) ontolojisinin zirvesinde de diğer İslam arif ve filozoflarında
olduğu gibi, Allah (c.c.) vardır. Allah(c.c.)
varlığın kaynağıdır. Mevcudat varlığını Allah’a (c.c.) borçludur.
Varlığını devam ettirmek için Allah’a(c.c.)
muhtaçtır.
İslam
Ontolojisinin en önemli problemi, Allah(c.c.)
- evren ilişkisidir. Allah(c.c.)
sonsuz, sınırsız, maddeden mücerret iken sonlu, sınırlı maddi bir
evrenle nasıl iletişim halinde olabilir? Allah (c.c.) evreni nasıl etkiliyor? Eskilerin tabiri ile
Allah’ın (c.c.) evrene, varlığa
taalluku nasıl gerçekleşiyor? Allah (c.c.) ,
yokluktan, varlığa nasıl çıkarıyor? Varlığın devamını, sürekliliğini
nasıl sağlıyor?
Yukarıdaki
sorulara verilen cevaplar farklı Allah ve ontoloji teorilerinin,
tasavvurlarının, açıklamalarının oluşumunu doğurmuştur.
Filozofların
akıllar, felekler ve nefisler, ay altı ve semaları içeren sudur
nazariyesi.
Selefiler,
Kur’an-ı Hakimde Allah’a izafe edilen, Allah’ın eli, Allah’ın arşı gibi
ifadelerin gerçek anlamda kullanıldığı söyler. Allah’ın, mahiyeti bizce meçhul
bir eli vardır. Allah fiillerini bizce meçhul bir tarzda bu eli ile yapar,
derler. Ayet-i Kerime’deki ‘Allah arşa
oturdu’ ifadesini, bizce keyfiyeti
meçhul bir tarzda oturma, şeklinde izah ederler.
Mutasavvıflar,
farklı ontolojik nazariyeler öne sürerler. Vahdet-i vücut, vahdet-i Şuhut v.b.
Bediüzzaman’ın,
( r.aleyh) önce Allah tasavvurunu, sonra Allah’ın, varlığı, niçin ve nasıl
yarattığını, varlığın varlığını, niçin
ve nasıl devam ettirdiğini ve nihayet, varlığın varlığını nereye kadar, niçin
ve nasıl devam ettireceğini, sırayla
anlamaya çalışacağız.
Bediüzzaman
( r.aleyh), varlığın yaratılma sebebini, Allah’ın kendini tanıtma isteğiyle
açıklar.
“ Nitekim Muyiddin-i Arabî, ‘ كنت كنزا مخفيّا فخلقت الخلق ليعرفوني‘ hadis-i şerifinin
beyanında ,” mahlûkatı yarattım ki, Bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi
göreyim “ demiştir.”[1]
Allah (c.c.) gizli bir hazine idi. Tanınmak için varlığı
ve evreni yarattı.
Ancak tanınma tek boyutlu değil. Yani sadece insanların
tanıması için değil. Aşağıdaki paragraflarda değinildiği gibi yaratmanın bir
başka nedeni daha var.
“ … bir cemal ve kemal-i zatidir ki, tezahür etmek
ister… aynalarda ve aynaların kabiliyetlerine göre lemeatını ve cilvelerini
görmek ve göstermekle tezahür etmek ister… o lem’aları hem cemal sahibine, hem
başkasına gösteriyorlar. ”[2]
“İşte, her kemal ve cemal sahibi, fıtraten cemal ve
kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca ...”[3]
“Malumdur ki, her bir cemal sahibi, kendi cemalini görmek
ve göstermek ister “[4]
“ Ve keza, bir cemal sahibi, daima hüsün ve cemalini
görmek ve göstermek ister.”[5]
“ Ve keza, hakaik-i sabitedendir ki, yüksek bir cemal
sahibi, bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta başkasının gözüyle, cemalini ve
cemalinin inceliklerini görmek istiyor.”[6]
Yukarıdaki paragraflar varlığın yaratılış sebebini ortaya
koyuyor. Allah(c.c.) kendi cemal ve
kemalini hem kendi görmek hem de şuurlu varlıklarına göstermek için varlıkları
yarattı. Evren ve varlıklar Allah’ın(c.c.)
kendini seyrettiği ve başkalara seyrettirdiği aynalar gibidir.
Bediüzzaman’a ( R.aleyh) göre
Allah’ı(c.c.) tanımak, anlamak için bu
aynaları iyi incelemek, anlamak gerekiyor.
“ Raabbimizi bize tarif eden üç büyük, külli muarrif var.
Birisi şu kitap-ı kâinattır. Birisi şu kitab-ı kebirin ayet-i kübrası olan
Hatemül- Enbiya Aleyhissalatü Vesselamdır. Birisi de Kur’an-ı Azimüşşandır.”[7]
Kâinat, Allah’ı (c.c.)
tanıtan üç önemli tanıtıcıdan biri olarak belirtilirken, Kur’an-ı
Azimüşşan, kitap-ı kâinatın tercümanı, Peygamber (S.A.V), onun ayet-i kübrasıdır.
Artık, çıkış
noktası varlık olan, Allah (c.c.)
tasavvuru ile ilgili paragraflara değinelim.
“ Şu kitab-ı kebir-i kâinat, nasıl ki vücud ve
vahdete dair ayat-ı tekviniyeyi bize ders veriyor. Öyle de, o Zat-ı Zülcelalin
bütün evsaf-ı Kemaliye ve cemaliye ve celaliyesine de şehadet eder ve kusursuz
noksansız kemal-i zatisini ispat ederler. Çünkü bedihidir ki: Bir eserde kemal,
o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemaline delalet eder. Fiilin kemali ise,
ismin kemaline ve ismin kemali, sıfatın kemaline ve sıfatın kemali, şe’ni
zatinin kemaline ve şe’nin kemali, o zat-ı zişuunun kemaline, hadsen ve
zaruraten ve bedaheten delalet eder… Mesela, nasıl ki kusursuz bir kasrın
mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef’alinin
mükemmeliyetini gösterir. Ve o ef’alin mükemmeliyeti, o fail ustanın
rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o
esma ve ünvanlarının mükemmeliyeti o ustanın sanatına dair sıfatlarının
mükemmeliyetini gösterir. Ve o sanat ve sıfatların mükemmeliyeti, o sanat
sahibinin şuun-u zatiye denilen kabiliyet ve istidad-ı zatiyesinin
mükemmeliyetini gösterir. Ve o şuun ve kabiliyet-i zatiyenin mükemmeliyeti, o
ustanın mahiyeti zatiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misüllü, aynen öylede:
Şu asar-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i
kâinatta olan sanat ise, bil- müşahede bir müessir-i Zil- iktidarın kemal-i
ef’aline delalet eder. O kemal-i ef’al ise, bil-bedahe, o Fail- i Zülcelalin,
kemal-i esmasına delalet eder. O kemal ise, bizzarue, o esmanın Müsemma-i
Zülcemalinin kemal-i sıfatına delalet ve şehadet eder. O kemal-i sıfat ise ,
bilyakin, o Mevsuf-u Zülkemalin, şuunun kemaline delalet ve şehadet eder. O
kemal-i şuun ise , bihakkilyakin, o şunun kema-i Zatına öyle delalet eder ki ,
bütün kainatta görülen bütün enva-ı kemalat, Onun kemaline nispeten sönük bir
zıll-i zayıf suretinde ayat-ı kemali ve rumuz-u cemali ve işarat-ı cemali
olduğunu gösterir. ” [8]
Kâinat, bize, Allah’ı ( c.c.) varlığı, birliği, fiilleri,
isimleri, sıfatları, şuunatı ve zatı ile beraber tanıtır.
“ Umum kâinattaki umum kemalat, bir Zat-ı
Zülcelalin kemalinin ayatıdır ve cemalinin işaratıdır. Belki, hakiki kemaline
nibeten bütün kâinattaki hüsün ve kemal ve cemal, zayıf bir gölgesidir.
…nasıl
ki, mükemmel, muhteşem, munakkaş,, müzeyyen bir saray mükemmel bir ustalık, bir
dülgerliğe bilbedahe delalet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o
nakkaşlık, bizzarure, mükemmel bir faile, bir ustaya, bir mühendise ve nakkaş,
musavvir, gibi unvan ve isimleriyle beraber delalet eder. Ve o mükemmel isimler
dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, sanatkârane sıfatına delalet eder. Ve o
kemal-i sanat ve sıfat, bilbedahe, o ustanın kemal-i istidadına ve kabiliyetine
delalet eder. Ve o kemal-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, o ustanın kemal-i
zatına ve ulviyet-i mahiyetine delalet eder.
Aynen öyle de, şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen
eser, bilbehahe, gayet kemaldeki ef’ale delalet eder. Çünkü eserdeki kemalat, o
ef’alin kemalatından ileri gelir ve onu gösterir.
Kemal-i ef’al ise, bizzarure, bir fail-i mükemmele ve o
failin kemal-i esmasına, yani, asara nisbeten Müdebbir, Musavvir; Hakim, rahim,
Müzeyyin gibi isimlerin kemaline delalet eder.
İsimlerin ve unvanların kemali ise, şeksiz şüphesiz,, o
failin kemal-i evsafına delalet eder. Zira sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan
neşet eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz.
Ve o evsafın kemali, bilbedahe, şuunat-ı zatiyenin
kemaline delalet eder. Çünkü sıfatın mebdeleri, o şuun-u zatiyedir.
Ve şuun-u zatiyenin kemali ise, biilmilyakin, zat-ı
Zişuunun kemaline ve ve öyle layık bir kemaline delalet eder ki, o kemalin
ziyası şuun, ve sıfat ve esma ve ef’al ve asar perdelerinden geçtiği halde, şu
kainatta yine bu kadar hüsnü ve cemali ve kemali göstermiş.”[9]
“ nasıl ki, işlenmiş bir eserin güzelliği,
işlemesinin güzelliğine ve o işlemek güzelliği, ustalığın o sanattan gelen
unvanının güzelliğine ve o ustada sanatkârlık unvanının güzelliği, o sanatkârın
o sanata ait sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği, kabiliyet ve istidatının
güzelliğine ve kabiliyetinin güzelliği, zatının ve hakikatinin güzelliğine
derece-i bedahette gayet kat’i bir surette delalet ettiği gibi, aynen öyle de,
bu kâinatın baştanbaşa bütün güzel mahlûklarında ve yapılışları güzel umum
masnularındaki hüsün ve cemal dahi, sanatkâr-ı Zülcelaldeki fiillerinin hüsün
ve cemaline kat’i şehadet, ve
ef’alindeki hüsün ve cemal ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin
hüsün ve cemaline şüphesiz delalet; ve isimlerin hüsün ve cemali ise, isimlerin
menşei olan kudsi sıfatların hüsün ve cemaline kat’i şehadet; ve sıfatların
hüsün ve cemali ise, sıfatların mebdei olan şuunat-ı zatiyenin hüsün ve
cemaline kat’i şehadet; ve şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemali ise fail, ve
müsemma, ve mevsuf olan zatının hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsi kemaline
ve hakikatinin mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat’i bir suretde şehadet
eder.[10]
Tüm paragraflarda tema aynı iken, her paragraftaki üslup
ve konunun ele alınış boyutu farklılık gösteriyor. Konuyu farklı boyutlardan
ele alıyor. Bu nedenle tüm paragrafları uzunluğuna rağmen alıntıladık.
Bediüzzaman, ( R. aleyh) Kur’an-ı Kerim ve Hz.
Peygamberin (S.A.V.)anlatımları, evrene dayanan gözlemleri neticesinde, Allah
tasavvurunu şekillendirir.
Önce varlıktan, varlığın bir yaratıcısı olduğu sonucuna
ulaşır. Sonra varlıktaki niteliklerden yaratıcının birliğine ulaşır. Varlıktaki
etkilerden var edenin fiillerine, fiillerden isimlere, isimlerden sıfatlara,
sıfatlardan şuunata ve şuunattan zata ulaşan bir mantık izler.
Bediüzzaman’ın ( R.aleyh) Allah tasavvurunun hem ifade
üslubu hem de içerik açısından yalın ve insana yakın olduğu söylenebilir. O
adeta Yunus Emre ( R. aleyh ) yalınlığı ile düşüncelerini ifade eder. Ancak
sadece bununla yetinmez ontolojik olarak da insanı ve varlığı Allah’a (c.c.)
yaklaştırır.
Bediüzzaman’ın ( R.aleyh) diğer bir özelliği ise,
ontolojisinin önemli bir kavramı olan ve
şuunat-ı zatiye tabir ettiği, Allah’a ait niteliği uzun uzun
açıklamasıdır ki, ilerde bu konuyu uzun alıntılarla inceleyeceğiz.
[1] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül- İ’caz, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf.
1161
[2] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 288
[3] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 482
[4] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 822
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Mesnevi-i Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1291
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Mesnevi-i Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1293
[7] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 91
[8] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 128
[9] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 283
[10] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 880
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder