BEDİÜZZAMAN
ONTOLOJİSİ
ALLAH
ŞUUNAT-I ZATİYE (C.C.)
“ …fakat “ وله المثل الاعلى في السماوات والارض وهو
العزيز الحكيم “ sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına, ve
sıfat ve esmasına bakılır. Demek, mesel ve temsil şuunat nokta-i nazarında
vardır.”[1]
Allah’ın (c.c.) ,Zat mertebesinden sonra Şuun-u Zati
mertebesi gelir. Bu mertebe tam mahiyeti ve hakikati ile bilinemese de temsil
ve mesel ile anlamına yaklaşılabilir. En azından temsil ve mesel ile ifade
edilip üzerinde konuşulabilir.
Diğer
İslam Âlimlerinin daha çok üzerine eğildikleri zat mertebesi, Bediüüzaman’ın (
R.aleyh) eserlerinde fazla yer işgal etmez. Bunu yerine O, Şuun-u Zatiye
mertebesi üzerinde durur. Ontolojisini nerede ise bu mertebe üzerine kurar.
Diğer İslam Âlimlerinde bu mertebe bu denli yer almaz. Bu mertebeden neredeyse
bahsedilmez.
“ …o sanat sahibinin ‘ şuun-u zatiye ‘ denilen
kabiliyet ve istidad-ı zatiyesinin mükemmeliyetini gösterir.”[2]
“ Ve kabiliyet-i zatiye ( tabir edemediğimiz) o mükemmel
şuun-u zatiye …”[3]
“ Malumdur ki, mevzun ve muntazam ve mükemmel
ve güzel sanatlar, gayet güzel bir programa istinad eder. Mükemmel ve güzel
program ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel zihne ve güzel bir kabiliyet-i
ruhiyeye delalet eder.”[4]
“ …Ve o kemal-i sanat ve sıfat, bilbedahe, o ustanın
kemal-i istidadına ve kabiliyetine delalet eder.”[5]
Paragraflardaki şuunat-ı zatiye, temsilde geçen ustaya
aittir. Bu temsilden hakikate geçildiğinde aynı kavramlar Allah (c.c.) için
kullanılır. Aşağıda paragraflarda da belirtileceği gibi buradaki ifadeler
hakikatin yerini tutmuyor. Allah (c.c.) için söylenenler eksik kalıyor. Ancak
bu paragraflardaki şuunat-ı zatiye ifadeleri ile Allah’ın (.c.c) kendine layık
ve sadece kendisinin bildiği, kabiliyeti, yeteneği, âlemlerden müstağni hüsn-ü
niyeti, düşüncesinin mükemmelliği ifade ediliyor. Allah (c.c.) sıfatlarının
mebdei, menşei bu mertebedir. Sıfatların mükemmelliği karakterin, kabiliyetin,
istidanın, kişiliğin mükemmelliğine bağlıdır. Kişiliksiz, karaktersiz birinden
cesaret beklenemez.
Şuun-u zatiye, Allah’ın Zat mertebesi ile sıfat mertebesi
arasında bulunur. Sıfatlar Şuun-u Zatiyeden kaynaklanır. Şuun-u Zatiye, bu
nedenle Zat mertebesinden ilk tecellidir.
Allah’ın Zatı tam bir bilinmezlik perdesi içinde iken, şuunatı-ı zatiye
bilinebilir. Bununla beraber şuun-u Zatiye Allah’ın zatının aynısıdır.
“ i’lem eyyühel-aziz! Cenab-ı Hakkın ef’ali
birbirine münasip, asarı birbirine müşabih, esması birbirine ayna ve ma’kes,
sıfatı birbirine mütedahil,şuunat-ı memzuc…”[6]
Yukarıda ki paragrafta da belirtildiği gibi Allah’ın
fiilleri, isimleri, sıfatları, şuunatı münasib, müşabih, mütedahil ve
memzuçtur. Hepsi Allah’ın zatında yukarıdaki halde mevcuttur.
Aşağıdaki paragraflarda ise Şuunat-ı Zatiyenin başka
boyutuna geçilir. Konunun zorluğundan dolayı gerekli görülen tedbir ifadeleri
sık sık tekrarlanır.
“ Bu gelecek
Beş İşarette, şuunat-ı rububiyeti rasat etmek için, birer sönük, küçük dürbün
nevinden birer temsil yazılacaktır. Bu temsiller şuunat-ı rububiyetin hakikatini
tutamaz, ihata edemez, mikyas olamaz, fakat baktırabilir. O gelecek temsilatta
ve geçen remizlerde Zat-ı Akdesin şuunatına münasip olmayan tabirat, temsilin
kusuruna aittir. Mesela lezzet ve sürur ve memnuniyetin bizce malum manaları,
şuunat-ı mukaddeseyi ifade edemiyor; fakat birer unvanı mülahazadır, birer
mirsad-ı tefekkürdür.”[7]
“ … Zatı kudsiyetine layık ve vücub-u vücuduna münasip o
hayat-ı sermediyenin muktezası olarak, hadsiz derecede – tabirde hata olmasın-
bir aşk-ı lahuti, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı
kudsiye o hayat-ı akdetse var ki, o şuunat böyle hadsiz bir faaliyetle ve
nihayetsiz bir hallakiyetle kâinatı daime tazelendiriyor, çalkalandırıyor,
degiştiriyor.”[8]
“… şuunat- ı İlahiyeyi ‘ memnuniyet-i mukaddese, ‘
iftihar-ı kudsi’, ve lezzet-i mukaddese gibi isimlerle işaret edilen maani-i
rububiyyetdir ki, bu daimi faaliyeti ve mütemadi hallakiyeti iktiza eder.”[9]
“ …Zat-ı Hayy-u kayyumun şuunat-ı kudsiyesine
aynadarlık eder. Mesela, o hassasiyet içinde, sevmek, iftihar etmek, memnun
olmak, mesrur olmak, müreffeh olmak gibi manalarla – Zat-ı Akdesin kudsiyetine
ve gınay-ı mutlakına münasip ve layık olmak şartıyla- o neviden olan şuunatına
aynadarlık eder.”[10]
“ …Ona layık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona
layık bir şuunatla tabir edilen ulvi, kudsi, güzel, münezzeh, manaları vardır.
Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye, tabir
edilen izn-i şer’i olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes
şuunatı vardır…”[11]
“ …ve muhabbet ve gazap ve şefkat gibi
şuunatını anladım.
Ne kadar fevkalade sehavetli, merhametli, sanatkâr, ne
derece harka iktidarlı - tabirde hata olmasın -maharetli hüşyar, işgüzar
olduğunu… “[12]
Yukarıdaki paragraflarda ise Şuunat- Zatiye kavramı ile yine
sadece Allah’ın bilebileceği kendine has duygularının ifade edildiğini
söyleyebiliriz. Hemen aşağıdaki paragrafta da vurgulandığı gibi bütün ukul-u
beşer birleşse şuunat-ı zatiye tabir edilen mananın künhünü idrak edemez.
“ …ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla tabir
edemediğimiz maani-i mukaddese ve şuun-u münezzeh o derece âli ve mukaddestir
ki, bütün ukul-u beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların künhüne
yetişemez ve ihata edemez.”[13]
Yukarıdaki paragraflardan anlaşıldığı gibi, Bediüzzaman (
R.aleyh ) şuunat-ı zatiye kavramı ile Allah’ın tabir caizse kendine layık
kabiliyetini, istidadını ve duygularını – sevgi, memnuniyet, suru v.b.- ifade
ediyor. Allah’ın (c.c.) kendine layık yetenekleri, kabiliyetleri ve duyguları
mevcuttur. Sıfatlar buradan kaynaklanır.
Daha sonra göreceğimiz gibi – inşallah- Allah’ın evreni
yaratması, yaratılışın sürekliliği, cennet ve cehennemin gerekliliği ve devamı
bu mertebe ile sıkı sıkıya ilişkilidir.
Zat mertebesinin kâinatla ve insanla hiçbir ilgisi,
alakası yoktur. Allah (c.c.) zat mertebesinde hiçbir hareketliliğe ihtiyaç
duymaz. Hiçbir tecellisi yoktur. Evrenle, varlıkla ilgi bu mertebede başlar.
Allah’ın ( c.c.) bilinmeyi sevmesi, görmeyi ve görünmeyi istemesi bu
mertebededir. Varlıkları yaratıp merhamet etmesi, yukarıdaki hedeflerin
gerçekleşmesi için varlıkları ahret âleminde ebedi kılması bu mertebeden
kaynaklanır.
[1] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 634
[2] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 129
[3] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 306
[4] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 283
[5] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 283
[6] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1333
[7] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 483
[8] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 822
[9] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf.823
[10] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf.827
[11] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 284
[12] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 878
[13] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 284
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder