BEDİÜZZAMAN ONTOLOJİSİ
I.BEDİÜZZAMANIN (r.aleyh) BİLGİ
ANLAYIŞI
1.İNSAN BİLGİSİNİN DEĞERİ
Her düşünürün Genel Felsefesi, varlık
felsefesine, varlık felsefesi de bilgi felsefesine dayanır. Düşünürlerin bilgi
teorisi onların Allah, evren, insan tasavvurunu ele verir. Bu nedenle,
Bediüzzaman’ı (r.aleyh) doğru anlamak, bilgi anlayışını doğru anlamakla
gerçekleşir.
Bilgi nedir? İnsan bilgisinin sınırları nedir?
İnsan neyi, ne kadar bilir? Bilginin objesi nedir? İnsan bu objeyi nasıl ne
kadar idrak edebilir? Bilginin değeri nedir?
Bilgi felsefesi ile ilgili bu sorular aynı zamanda varlık ile ilgili
sorulardır da. Bilgi ile ilgili soruların cevapları varlık ile ilgili soruların
da cevabıdır.
İnsan
bilgisi ile ilgili sorular da, insanın varlığı ile ilgili sorulardır. İnsan
bilgisi ile ilgili soruların cevabıda insanın kendi zatı ile ilgili soruların da
cevabıdır.
Evreni sadece maddeden, insanı bedenden
ibaret sayan bir mütefekkir, bilgiyi de sadece beş duyunun algısı ile sınırlar.
Bilgi tasavvuru varlık tasavvurundan bağımsız değildir.
Hem Genel Düşünce Tarihi içinde hem de
İslam Düşünce Tarihi içinde farklı varlık anlayışlarına ve buna bağlı olarak
farklı bilgi anlayışına sahip felsefi ekoller ve savunucuları ortaya çıkmıştır.
İslam Tarihi ve Kültürü içindeki genel fikir akımları, İslam Felsefe ekolü,
Kelam ekolü, Tasavvuf ekolü ve her ekolün kendi içinde farklı tonlar
bulunmuştur.
Bu ekollerden İslam Felsefesi, akıl-
vahiy; kelam, vahiy – akıl; tasavvuf, kalp- vahiy eksenli bilgi anlayışını
önceleyip, varlık ve evren tasavvurlarını buna göre inşa ederler. Zaman içinde
bu ekollerin etkileşimi ile sentezci ekollerinde ortaya çıktığı müşahede
edilir. Son dönemlerde Suhreverdi’nin İşrak ekolü ve onun temsilcisi Molla
Sadra’da olduğu gibi.
Bilgi, insan ve varlık etkileşimi sonucu,
insanda, varlıkla ilgili hâsıl olan şey şeklinde tanımlanabilir. Bu durumda en
gerçek bilgiye ulaşanların insan ve evren tasavvuru en sağlam ekoller olduğunu
söylemek mümkün.
İnsan,
varlık ve evren ile ilgili sahih bilgiler, insanı ve toplumları sahih
davranış ve yaşama ulaştırır. Aksi durumlar aksi sonuç doğurur. Geçmişte yanlış
bilgi sahibi bazı sofilerin, harici taifelerinin, şekilci fakihlerin ümmetin
başına açtıkları felaketler unutulamaz. Aynı sorunlarla karşılaşmamak için
ümmetin fert ve toplum olarak sahih bilgi ile donatılması gerekir. Müslümanlar
yeni dönemde medeniyet projelerini sahih bilgi temelinde yükseltebilir.
Felsefecilerin
kalbi, kelamcıların aklı ve kalbi, mutasavvıfların aklı, fakihlerin duyguyu,
selefilerin düşünmeyi önemsememeleri sonucu İslam Kültüründe derin yaralar
açılmıştır.
Allah’ın kendine bahşettiği tüm yeteneklerini
kullananlar tam bilgiye sahip olabilir. Tam bilgiye sahip olanlar Allah’ın
kelami ve kevni ayetlerini anlayıp bu ayetlere uygun yaşayabilir. Tam bilgi
sahibi olamayanlar hem kelami ayetleri hem de kevni ayetleri eksik ve yanlış
anlar. Yanlış uygular. Muradı İlahinin zıddına işler yapar.
Bu kısa girişten
sonra Bedİüzzaman’ın (r.aleyh) Risalelerdeki, İnsan ve bilgi tasavvuru ile
ilgili paragraflarını alıntılayarak üzerinde konuşalım.
Konuyu dolandırmadan hemen
Bediüzzaman’ın (r.aleyh) insan tanımına geçelim. Ona göre insan nedir? Evrende
ki yeri nedir? Bilgisinin sınırları nedir? Neleri bilebilir?
“
Âlemin miftahı senin elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren
açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenabı hak emanet cihetiyle, insana “ene”
namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle
tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallak-ı kâinatın künuz-u mahfiyasını onunla
keşfeder. Fakat ene kendisi de gayet muğlâk bir muamma ve açılması müşkül bir
tılsımdır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse kendisi açıldığı
gibi kâinat dahi açılır.”[1]
Bediüzzaman ( r.aleyh ) insanın evrenle
ilgili tüm bilgileri elde edebileceğine inanır. İnsanın kâinatla ilgili sahih
bilgilere ulaşabilmesi içinde önce kendini tanıması gerektiğini vurgular.
“
…bütün sıfat ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binlerce
esrarlı ahval ve sıfat ve hissiyat, ene de mündemiçtir.”[2]
İnsan kendini tanıdıktan sonra hem kâinatın
yaratıcısı Allah’ı (c.c.) nitelikleri ile hem de kâinatla ilgili bilgilere
sahip olabilir.
“ Hem
insan, nasıl ki hayat-ı camiasıyla zat-ı Zül- Celalin sıfat ve şuunatına bir
mikyas-ı marifettir ve cilve-i esmasına bir fihristedir ve şuurlu bir aynadır…
Öylede, insan şu kâinatın hakaiklerine bir vahid-i kıyasidir, bir fihristedir,
bir mikyastır, bir fihristedir. “[3]
İnsan, evren
ile ortak paydaları vasıtası ile onun hakkındaki hakiki bilgilere ulaşır.
“
…insan küçük bir cisim ise de, büyük âlemi içine alacak kadar büyüktür.”[4]
İnsan cismen küçükse de kâinatı kuşatacak,
kapsayacak niteliktedir. Kâinata hem zarf hem de mazruftur.
“
Adeta insan-ı ekber âlemde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, bir âlem-i asgar
olan insanda dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var.”[5]
“ İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi
büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi, bir
hülasasıdır. İnsanda bulunan numunelerin büyük asılları insan-ı ekberde
bizzarure bulunacaktır.”[6]
İnsan
kâinatta eğreti bir varlık değildir. Allah (c.c.) evreni mesaj taşıyan
ayetlerle donatırken insanı da bu ayetleri okuyacak, algılayacak kabiliyetlerle
donamıştır. Kâinatta ne tür bir ayet varsa onu algılayacak nitelikler de
insanda vardır.
“
…insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta,
âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, ta cennet âlemine
kadar her bir âlemin birer seması var.”[7]
“… bu
insan-ı ekber olan kainat dahi, mütedahil ve birbiri içinde bulunan daireler
gibi, binler alemleri ihtiva ediyor.”[8]
Kâinatın
varlığın sınırları ne kadar genişse insanın algıları da o kadar geniştir.
“
Cenab-ı Hak insanı, kâinata cami bir nüsha ve on sekiz bin âlemi havi şu büyük
âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-ı Hüsna’dan her
birisinin tecelliğahı olan her bir âlemden bir örnek, bir numune insanın
cevherinde vedia bırakmıştır. …insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin
her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o âleme bakar
ve o âleme tecelli eden sıfatla o âlemden tezahür eden isme bir mir’at, bir
ayna olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle âlem-i şahadet ve âlem-i gayba bir
hülasa olur ve her iki âleme tecelli eden insana da tecelli eder.”[9]
“İ’lem
eyyühe’l aziz! İnkılâplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş
dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebetdar köprüler
lazımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lakin o köprülerin
inkılabat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi
olur. Mesela berzah dünya ile ahret arasında bir köprüdür.”[10]
“…
Kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde ve küçüklüğü ile beraber,
manen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve
nurani kalplerin kapısı açıldı. Baktı ki, onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şahadet
ortasında insani berzahlardır; iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri
insana nispeten o noktalarda oluyor...”[11]
İnsanın
evrenle ilgili hem afakî hem de enfüsi bilgilere sahiptir. İnsan kâinatı algı
organları ile algılar. Bir kitap gibi mütalaa eder. Deneysel ve tecrübî
bilgiler elde eder. Bu bilgileri iç dünyasında kendi yaşadıkları ile
kıyasladığında aynı olayları iç dünyasında da hisseder. Hem tecrübî, hem de
şuhudi bilgilere ulaşır.
“
İ’lem eyyühe’el- aziz! İnsanın fıtraten malik olduğu camiiyyetin acayibindendir
ki: sani-i hakim şu küçük cisimde gayr-ı mahdut enva-ı rahmeti tartmak için
gayr-ı mahdut mizanlar vaz etmiştir. Ve esma-ı hünsanın gayr- mütenahi mahfi
definelerini fehmetmek için, gayr-ı mahsur cihazat ve alat yaratmıştır. Mesela,
mesmuat, mubsırat, me’kulat âlemlerini ihata eden insandaki duygular, saniin
sıfat-ı mutlakasını ve geniş şuunatını fehmetmek içindir.
Ve
keza, hardaleden daha küçük kuvve-i hafızasında öyle bir latife-i müdrike
bırakılmıştır ki, o hardalenin tazammun ettiği geniş âlemde o latife daimi seyr
ve cevalan etmekte ise de, sahiline vasıl olamaz. Maahaza bazen bu büyük âlem o
latifeye o kadar darlaşır ki, âlem o latifenin karnında bir zerre gibi olur. Ve
o latifeyi, bütün seyahat meydanlarıyla, mütalaa ettiği kitaplarıyla o hardale
dahi yutar, yerinde oturur, karnı da ağrımaz."[12]
Bediüzzaman
( r. aleyh. ) bu paragrafta insanın, kâinatın içinde olmasına rağmen, kâinatı
kuşatacak algılara sahip olduğunu belirtiyor. Bu nedenle insan evrenle ilgili
kuşatıcı, gerçek bilgilere ulaşabilir.
“…
Mahiyetinin icmali şudur: Esma- i İlahiyeye ait garaibin fihristesi, hem şuun
ve sıfat-ı İlahiyenin bir mikyası, hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı, hem bu
âlem-i kebirin bir listesi, hem şu kâinatın bir haritası, hem şu kitab-ı
ekberin bir fezlekesi, hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar
külçesi, hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalatının bir Ahsen-i
takvimidir.”[13]
“Evet,
şu kâinatta insan bir fihriste-i camia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin
harita-i maneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadszi
telsiz telgara ve telefonların santral denilen merkezi misilli, kâinatın bir
nevi merkez-i manevisi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulum-u beşeriye olduğu
gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı,
medarı, çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velayetin yazdıkları
milyonlarla nurani kitaplar gösteriyorlar.[14]
İşte,
madem kalb ve dimağ-ı insani bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i
azimenin cihazatını tazammun eder ve ebedi, uhrevi, haşmetli bir makinanın
aletleri ve çarkları içinde derc edilmiştir. Elbette ve her halde, o kalbin
Fatırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine
çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmişki, öyle yapmış. Madem irade
etmiş; elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecek.”
İnsanın
mahiyetini evrendeki diğer varlıklar ilgi ve alakasını ortaya koyan bir alıntı.
Buradan yola çıkarak insanın evrendeki her varlıkla kesişme noktasının
bulunduğunu, bu kesişme noktaları aracılığı ile de insanın onlarla ilgili
bilgilere ulaşabileceğini tespit edebiliriz.
Yukarıdaki
alıntıların işareti ile Bediüzzman’ın (r.aleyh) insanın kâinattaki konumunun
yüceliğini, Allah katındaki değerini görebiliriz. Bu konum ve değer onu evren
ve Allah ile ilgili bilgi edinme konusunda da ayrıcalıklı bir konuma
oturtmaktadır.
İnsan evrenin mihrak noktasıdır.
Evrende ne varsa insanda da vardır. Bu nedenle evrenle ilgili kuşatıcı, gerçek
bilgilere ulaşabilir.
[1] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 241
[2] Aynı
yer.
[3] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 826
[4] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İşarat-ül İ’caz, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf.1261
[5] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 583
[6] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 625
[7] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 259
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i
Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 744
[9] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İşarat-ül İ’caz, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf.1161
[10] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf.1359
[11] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı,Şualar905, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 625
[12] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf.1352
[13] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 48
[14] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 561
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder