bediüzzaman ontolojisinde hakikat kavramı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bediüzzaman ontolojisinde hakikat kavramı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Kasım 2015 Salı

HAKİKAT

BEDİÜZZAMAN (R.aleyh) ONTOLOJİSİNİN KAVRAMLARI

HAKİKAT
            Hakikat kavramı, Bediüzzaman (r. aleyh) ontolojisinin önemli kavramlarından birisidir. Her eşyanın bir hakikati vardır. Eşyanın hakikati, eşyanın tüm varlının temelini, aslını oluşturur. Allah’ın (c.c.) taalluku eşyanın hakikati aracılığı ile olur. Hakikatin ayrıntılarını alıntılarla detaylandıralım.
            
    “ Belki bütün hakaik-i kâinat, o mahiyetin Esma-ı Hüsnasından olan Hak isminin şualarıdır.”[1]
            
     Kâinattaki tüm hakikatler Hak isminin tezahürüdür. Tek tek varlıkların, âlemlerin, cinslerin hakikatleri hak ismine dayanır.
            
    “ Hakikat ilmini, hakiki hikmeti istersen, Cenab-ı Hakkın marifetini kazan. Çünkü bütün hakaik-i mevcudat, ism-i Hakkın şuaat-ı ve esmasının tezahüratı ve sıfatının tecelliyatıdırlar. Maddi- manevi, cevheri- arazi, her bir şeyin, her bir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine istinat ederler. Yoksa hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir surettir.”[2]
            Esma-ı Hüsnanın her birinin de bir hakikati vardır. Eşyanın hakikati, hangi ismin tezahürü ise hakikatini, o ismin hakikatinden alır.
            
     “ Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esma-i İlahiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sanatlar dahi, her biri bir isme dayanıyor. Hatta hakiki fenn-i hikmet hâkim, ismine ve hakikatli fenn-i tıp şafi ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine ve hakeza, her bir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gib, bütün fünun ve kemaliyat-ı beşeriye ve tabakat-ı kümelin-i insaniyenin hakikatleri esma-ı İlahiyeye istinad eder. Hatta muhakkikin-i evliyanın bir kısmı demişler: “ Hakiki hakaiki-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir.”[3]
            
     “ Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır; ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır; ve suret hakikate istinat eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddi ve cismani olan âlem-i şahadet dahi bir cesettir, bir lafızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinat eder, canlanır, ona bakar güzelleşir. Bütün maddi güzellikler kendi hakikatlerinin ve manalarının manevi güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise, esma-ı İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir.”[4]
            
     Eşyaların hakikatleri, ilgili oldukları isimden feyizlenirler. Hakikatleri, o isimlerin yansıyan gölgeleri gibidir.
            
     “ Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fennin bir hakikat-ı aliyesi var ki, o hakikat bir ism-i İlahiyeye dayanıyor. Pek çok mertebeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemalat, o sanat kemalini bulu, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nakıs bir gölgedir.
            
     Mesela, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenab-ı Hakkın (c.c.) ism-i Hâkiminin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet, hikmet olabilir. Yoksa ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiye misilli dalalete yol açar.”[5]
            
     Her eşyanın, her âlemin, her varlığın kısaca her şeyin bir hakikati vardır. Şeyler hakikatleri sayesinde bir şey olur. O hakikat ile var olur. Hakikati olmayan bir şey var olamaz. Şeyler hakikatleri ile kaimdir. Şeyler hakikatlerine dayanırken, hakikatlerde esma-i İlahiyeye dayanır. Hakikatleri esma-i İlahiye var eder.
            
     “ Zira aynanın iki veçhi gibi, her şeyin bir mülk ciheti ki, aynanın mülevven yüzüne benzer; muhtelif renklere ve halata medar olabilir. Biri melekûttur ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir veçhinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafi halat vardır. Esbab, o halata hem merci, hem medar olmak için vaz edilmişler. Fakat melekutiyet ve hakikat canibinde her şey şeffaftır, güzeldir, kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine münafi değildir. Onun için, esbab sırf zahiridir; melekutiyette ve hakikatte tesir-i hakikileri yoktur.”[6]
            
     Eşyanın iki yüzü vardır. Zahiri ve mülki yüzü bir tarafta, hakiki ve melekuti yüzü bir taraftadır. Kudret-ı İlahi hakikat ve melekût tarafına mübaşeret eder. Allah (c.c.) eşyayı bu yüzünden idare eder.  Allah (c.c.) kâinatı ve tüm eşyaları hakikatlerinden idare eder. Hakikatlerinin perçemleri Onun dest-i kudretindedir.
           
     “ O dar âlemden çıkacak, meyvedar koca bir ağaç olmakla, küçücük cüzi hakikati ve ruh-u manevisi büyük bir hakikat-ı külliye suretini alacaktır.
            
     İşte aynen onun gibi insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli programlar tevdi edilmiş.”[7]
            
     “ Bütün hububat, tohumlar, lisan-ı istidatla Fatır-ı Hakime dua edeler ki, “ senin nukuş-u esmanı mufassal göstermek için bize neşvünema ver. Küçük hakikatimizi sümbülle ve ağacın büyük hakikatine çevir.”[8]
            
     Hakikat gelişir. Hakikatin gelişmesi ile ona bağlı olan maddi kısımda gelişir. İnsanın hakikati önce, bedeni daha sonra gelişir.
            
     “ Hakikati zılliyedir; yani hak ve vacip bir hakikatin cilvesini taşıyan mümkün ve miskin bir zılldir.”[9]
            
     “ Hakikatin hükmü bir derece suretine ve misaline geçer; güneşin ziyası ve harareti, aynadaki misaline geçtiği gibi.”[10]
            
     Her eşyanın maddi yönü ve sureti hakikatinin etkisinde, hakikati ise, o eşya ile ilgili ismin etkisi altındadır.
            
     “ İnsanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı çekirdeği olduğunu…”[11]
            
     İnsan kalbi, kâinatın çekirdeği gibidir. Ağaca çekirdek, tohum neyse, kainata göre insan kalbi de odur.
            
     “ Her şey, manay-ı ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir; kendi zatında müstakil ve bizatihi sabit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim bir hakikati yok. Fakat Cenab-ı Hakka bakan vecihte ise, yani manay-ı harfiyle olsa hiç değil. Çünkü onda cilveci görünen esma-i bakiye var. Madum değil; çünkü sermedi bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikati var, sabittir, hem yüksektir. Çünkü mazhar olduğu baki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir.”[12]
            
     Bir ağacın çekirdeği, cüzi bir hakikate sahiptir. Ağaç olup meyve verse külli bir hakikate sahip olur. Eşyanın hakikatleri gelişir. İnkişaf eder. İnsandaki yetenekler ve programları cüzi hakikati, insanın bunları inkişaf ettirmesi, kâmil insan olması külli hakikatidir. İnsan hakikati bağlı olduğu isim nedeni ile sabit ve daimi bir varlık kazanır.
            
     “ Evet, hakikat ne kadar zayıf olsa da, ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, suretlerde, seyrüsefer ede. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kışır ve suret ise eslileşir, inceleşir, parçalanır; sabit ve büyümüş hakikatin kametine yakışmak için, daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında, hakikat ile suret makusen mütenasiptirler. Yani suret kalınlaştıkça hakikat inceleşir. Suret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur.
             
     İşte, şu kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eşyaya şamildir. Demek, her halde bir zaman gelecek k, kâinat hakikat-i uzmasının kışır ve sureti olan âlem-i şahadet…”[13]
           
     Hakikat bakidir. Sabittir. Canlıdır. Suret hakikate göre şekil alır. İnsan sureti, insan hakikatine uygun bir suret almıştır. Âlem-i şahadet kâinatın suretidir. Hakikat ile suret birbirinin zıddıdır.
            
    “Bil bedahe, madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin, kemalat ondan istenilsin. Belki mahkûmdur; bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollarla hareket eder. İşte o esas hayattır, ruhtur, şuurdur.
            
    Hem, bizzarure, madde lüb değil, esas değil, müstakar değil ki, işler ve kemalat ona takılsın, ona bina edilsin. Belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir.”[14]
           
     Ruh hakikat, madde surettir.
            
     “ Kanun-u teşekkülatı, yüzler tohumcuklarında beka bulup devam eder. Madem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü…”[15]
            
     Çiçeklerin oluşum kanunlarını barındıra tohumları onların ruhu gibidir, baki kalır.
            
     “ Ruh, zihayat, zişuur, nurani vücud-u harici giydirilmiş, cami, hakikatdar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emridir.
            
     Dikkat edilse, maruz-u tagayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-ı sabite vardır ki, bütün tagayyürat ve inkılabat ve etvar-ı hayat içinde yuvarlanarak suretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak baki kalıyor.
            
     Madem Fatır-ı Zülcelâl, insanı cami bir ayna ve külli bir ubudiyetle ve ulvi bir mahiyetle yaratmıştır. Her fert deki hakikat-ı ruhiye, yüz binler suret değiştirse, izn-i ilahi ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. Öyleyse, o sahs-ı insaninin hakikat-ı zişuuru ve unsur-u zihayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izniyle ve ipkasıyla, daima bakidir.”
            
     “ Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücutları sayılan hem manası, hem hüviyet-i misaliyesi ve sureti, hem neticeleri, hem mübarek ise sevabı, hem hakikati gibi çok vücutları bırakır, sonra perde altına girdiği gibi; aynen öylede, bu vücudum ve zihayatın vücudu, zahiri vücuttan gitse, ziruh ise hem ruhunu, hem manasını, hem hakikatini, hem misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevi neticelerini ve uhrevi semerelerini, hem hüviyet ve suretini…”[16]
            
     Ruh insanın hakikatidir. İnsan varlığı ruha dayanır. Ruhla kaimdir.
            
     “ Hem, bil müşahede, madde mahdum değil ki, her şey ona irca edilsin. Belki hadimdir, bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat hayattır. O hakikatin esası da ruhtur. “
            
     Bediüzzaman (r.aleyh ) kâinatın hakikati olarak nur-u Muhammed’i (S.A.V), hakikat-i Muhammed’i (S.A.V) gösterir.
            
     “ İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi ve hakikat-i Muhammediye Aleyhisssalatü vesselam cihetiyle çekirdek-i aslisi…”[17]
            
     “ İ’lem eyyühel Aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedi (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.
             
    Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedi hem çekirdeği, hem semeresi olur.
            
     Eğer dünya mücessem bir zihayat farz edilirse, o onun ruhu olur.
            
     Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.
            
    Eğer pek şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedi onun andelibi olur.”[18]
            
     “ Hakikat-i Muhammediyesi hem sebeb-i hilkat-i âlem, hem neticesi ve en mükemmel meyvesi …”[19]
            
    İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, Lehv-i mahv ve isbat kavramları ile ilgili yaptığı açıklamalar da, bu kavramların, kâinatın hakikati ile ilgili, kavramlar olduğunu gösteriyor.
            
     “ İmam-ı Mübin, ilim ve emr-i İlahinin bir nevine bir unvandır ki, âlem-i şahadetten ziyade âlem-i gabya bakıyor. Yani zaman-ı halden ziyade, mazi ve istikbale nazar eder. Yani, her şeyin vücud-u zahiriyesinden ziyade, aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlahinin bir defteridir.
            “ Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve emr-i İlahinin bir unvanıdır. Yani, eşyanın mebadileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizamla eşyanın vücutlarını gayet sanatkârane intaç etmesi cihetiyle, elbette desatir-i ilm-i İlahinin bir defteriyle tanzim edildiğini gösteriyor. Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları, ilerde gelecek mevcudatın programlarını, fihristlerini tazammun ettiklerinden, elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Mesela, bir çekirdek, bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan programları ve fihristleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir.
            
     Elhasıl, İmam-ı Mübin, kader-i İlahinin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir. O desatirin imlasıyla ve hükmüyle, zerrat, vücud-u eşyadaki hidematına ve harekâtına sevk edilir.
            Amma Kitab-ı Mübin ise, âlem-i gaybdan ziyade âlem-i şahadete bakar. Yani mazi ve müstakbelden ziyade zaman-ı hazıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyade kudret ve irade-i İlahiyenin bir unvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübin kader defteri ise, Kitabı Mübin kudret defteridir. Yani, her şey vücudunda, mahiyetinde, sıfat ve şuunatında kemal-i sanat ve intizamları gösteriyor ki, bir kudret-i kamilenin desatiriyle ve bir irade-i nafizenin kavaniniyle vücut giydiriliyor; suretleri tayin, teşhis edilip birer miktar-ı muayyen, bir şekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin külli ve umumi bir mecmua-i kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki, her bir şeyin hususi vücutları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giyilir.
            
     İşte, İmam-ı Mübinin imlasıyla, yani kaderin hükmüyle ve düsturuyla, kudret-i İlahiye, icad-ı eşyada her biri birer ayet olan silsile-i mevcudatı, lehv-i mahv , İsbat denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icad ediyor, zerratı tahrik ediyor. Demek, harekât-ı zerrat, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şahadete ve ilimden kudrete geçmelerinde olan bir ihtizazdır, bir harekâttır.
            
     Amma Lehv-i Mahv, isbat ise, sabit ve daim olan Lehv-i mahfuz-u Azam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayatta, vücut ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-i zaman odur. Evet, her şeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azimin hakikati dahi, Lehv-i Mahv, İsbat’taki kitabet-i kudretin sayfası ve mürekkebi hükmündedir. La ya’lamu’l-gaybe illallah. “[20]       




[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 463.
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 209.

[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 286.
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf.881
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 106.
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 121.
[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 137.
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 487.
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 243.
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 363.
[11] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 561.
[12] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 373.
[13] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 238.
[14] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 227.
[15] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 231.
[16] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 877.
[17] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 877.
[18] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1325.
[19] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 1126.
[20] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 247.