9 Kasım 2015 Pazartesi

BEDİÜZZAMAN'NIN ALEM KAVRAMI

KÂİNAT /  ÂLEMLER

ÂLEM-İ GAYB VE ŞEHADET
                        
     Bediüzzaman (r.aleyh) kâinatı iki ana kısma ayırır. Âlem-i şahadet ve âlem-i gayb. Bundan sonra bu iki âlemi kendi arasında âlemlere taksim eder. On sekiz veya yirmi sekiz bin âlem bu iki âlem arasında taksim edilir.
            
    “Vücudun hasra gelmez muhtelif envaını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şahadet âleminde.
            
      Âlem-i cismani bir tenteneli perde gibi şule-feşan gaybi avalim üzerinde.”[1]
            
    “Bu hadsiz tereşşuhat ve lemaat gösteriyor ki, şu âlem-i maddiyat ve şahadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.”[2]
            
      “ Âlem-i şahadet, avalimül- guyub üstünde tenteneli bir perdedir.”[3]
            
  Gayb, insanın, beş duyu organı – dokunma, görme, işitme, koklama, tatma- algılayamayacağı alan için kullanılır. İnsanın beş duyusu ile algılayamadığı varlıklar, algılamayan insana nispetle gaybda sayılır. Gaybda bulunan âlemlere gayb âlemi, bu âlemde bulunan varlıklara gaybi varlıklar denir.
            
      Gayb âlemi kendi içinde mutlak gayb, nisbi gayb şeklinde sınıflandırılabilir.
            
    Şahadet âlemi, âlem-i gaybın aksine, insanın beş duyu organı ile algıladığı âlemler ve varlıklardan oluşur. Âlem-i şahadette algılanan varlıklarının kökleri gayb âlemindedir. Bu âlemdeki hareketlerin, değişimlerin, görünüp kaybolmaların sebepleri gayb âlemindeki yönlendirmelerin, hareketlendirmelerin sonucudur. İnşallah ilerde bu konuyu daha ayrıntılı incelemeye çalışacağız. Şimdilik bu iki âlem arasındaki etkileşimin varlığını incelemekle yetineceğiz.
            
    Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta iki âlem arasındaki etkileşimin nasıllığıdır. Birbirine zıt varlıklardan oluşan iki âlem birbirini nasıl etkiler. Âlem-i gaybda bulunan varlıklar maddeyi nasıl etkiler. Ruh bedeni nasıl etkiler. Duran bir topa, başka bir topla vurduğumuzda, duran top hareketlenir. Ruh, bedeni böyle etkiyemez. İkisini çarpıştırdığımızı varsayarsak ruh bedene dokunmaz. Işınlar gibi, beden, onların varlığını bile hissetmeksizin bir taraftan diğer tarafa geçer.
            
       İki zıt varlığın, fiziki olarak birbirini etkilemesi aklen mümkün görülemez.
            
     Bediüzzaman ( R.aleyh) ve tabi diğer İslam Âlimleri, Arifleri bu konuyu,    etkileşimi sağlayacak ara âlemler ile açıklar. Hem Allah’ın (c.c.) gayb âlemini etkileyebilmesi, hem de gayb âleminin şahadet âlemini etkilemesi bu ara âlemlerin aracılığı ile gerçekleşir.
            
     Daha önceki yazılarda Allah’ın (c.c.) zatından, şuunundan, sıfatlarından, isimlerinden ve fiillerinden bahsetmiştik. Şuun, sıfat, isim ve fiillerinin yetmiş binler perdeleri, sonsuz mertebeleri içerdiğini belirtmiştik. Yetmiş bin perde ve mertebe, Allah’ın (c.c.) gayb âlemine ve şahadet âlemine mübaşeretini, taallukunu sağlamak içindir. Tabir caizse nur yetmiş bin perdeden geçe geçe yoğunlaşır. Her perde nuru biraz daha yoğunlaştırır. Her iki perde arasındaki yoğunluk birbirine yakın olduğu için etkileşim mümkün olur. Böylece bu alam-i şahadete kadar gelir.
            
    Bu nedenle âlem-i şahadet ve Allah (c.c.) arasında muazzam bir uzaklık bulunur. Allah(c.c.) , şahadet âlemine çok yakınken, âlem-i şahadet, Allah’a (c.c.) oldukça uzaktır. İnşallah, Bediüzzaman’ın (R.aleyh)  bu konular ile de ilgili açıklamalarını da daha sonra ayrıntılı şekilde ele almaya çalışacağız.
            
       Bediüzzaman (r.aleyh) melekûtun, mülk üzerindeki etkisini aşağıdaki cümlelerle saçıklar.
            
      “İ’lem eyyühel-aziz! Kevn ve vücud sahasında durup ahval-i âleme dikkat eden adam, hadsi bir süratle anlar ki, tesir-i faaliyet, latif, nurani, mücerret olan şeylerin şe’ni olduğu gibi, infial, kabiliyet, teessür de maddi, kesif, cismani şeylerin hassasıdır. Evet, misal olarak şu kocaman dağa bak. O nur semada iken ziyasıyla yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve nede bir fiili var.
            
      Ve keza, eşya arasında vukua gelen fillerden anlaşılıyor ki, hangi bir şey latif, nurani ise, sebep ve fail olmaya kesb-i liyakat eder. Kesafeti nispetinde de infial ve müsebbebiyet mertebesine yaklaşıyor. Bundan anlaşılıyor ki, esbab-ı zahiriyenin Halikıyla, müsebbebatın Mucidi, ancak ve ancak Nurul- Envar, Sani-i Ezeldir.”[4]
            
      “ Vücut mertebeleri muhteliftir. Ve vücut âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücutta rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Mesela, âlem-i şahadetden olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza, âlem-i manadan bir kütüphane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i hariciden olan tırnak kadar bir ayine-i vücudun âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır.”[5]
            
     Gayb âlemi ve gaybi varlıkların özellikleri olan, nuranilik, letafet, incelik, mücerretlik arttıkça daha az olan üzerinde etkin olur. Daha nurani ve ince âlemler daha kesif âlemler üzerinde etkili olur. Böylece daha nurani olan üstteki yüce âlemler alttaki âlemleri etkiyle etkileye âleme-i şahadete kadar gelir.
            
       Şimdi mülk ve melekût âlemlerinin alakalarını ve etkileşimini inceleye devam edelim.
            
     “ Ve bütün eşyanın melekutiyetleri, santral gibi, Hakim, Kadir, Murid, Alim bir Vacibül- Vücudun yed-i kudretindedir.”[6]
            
      Eşyaların melekuti tarafları Allah’ın (c.c.) bu varlıkları etkilediği, yönettiği santraller, merkezlerdir. Allah’ın (c.c.)  kudreti varlıkların melekûtuna taalluk eder. Bunun ilk sebebi varlıklarının melekûtunun madde üzerinde etkili olması. Bir başka sebebi melekût tarafının daha kuşatıcı olmasıdır.
            
      “ İ’lem eyyühel-aziz! Her şeyin, içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insanla kalp, birbirine hem zarf, hem de mazruf olur. Çünkü insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur, melekût cihetiyle mazruf olur.
            
       Bu kaide, arş ile kevn hakkında da tatbik edilir. Şöyle ki; Arş, zahir, Batın, Evvel, Ahir isimlerinin halita ve karışığıdır. Bu halitada dâhil olan ism-i zahir itibariyle arş, mülk, kevn melekût olur. İsm-i batın itibariyle, Arş, melekût, kevn mülk olur. Demek, Arşa ism-i zahir nazarıyla bakılırsa, kendisi zarf, kevn de mazruf olur. İsm-i Batın gözüyle bakılırsa, kendisi mazruf, kevn zarf olur. Ve keza, ism-i Evvel itibariyle,  و كان عرشه على الماء  ayetinin işaret ettiği kevnin bidayetini içine alıyor. Ve ism-i Ahir itibariyle ,سقف الجنة عرش الرحمان   hadis-i şerifinin ima ettiği kevnin nihayetini içine alıyor.”[7]
            
    Kâinatın, âlemlerin ve her varlığın mülk-melekût, zahir-batın, iç- dış, gayb- şahadet tarafları vardır. Bu iki taraf zarf mazruf gibidir. Bu bölümler görünüşte maddenin içindedir. Madde bir bakıma zarftır. Ancak hakikatte madde olmayan taraf maddeyi de belirleyip şekillendirdiği için, diğer taraf zarftır. Kalp bedenin içindedir. Beden kalbi kuşatır. Ancak kalp hem bedeni fizikken yönetmesi hem de tüm evreni içine alacak hayal, hafıza, akıl, v.b. yetenekleri içerdiğinden bedeni kuşatır. Mekân cihetiyle beden zarfken, işlev cihetinden kalp zarftır. Bu nedenle Kudret melekûta taalluk eder.
            
     Aynı şey kâinatla arş arasında, her varlığın arşı ve cisimsel varlığı arasında da bulunur. Daha önce Bediüzzaman’ın (r.aleyh) âlemlerin ve varlıkların arşından bahsettiğini aktarmıştık.
            
      Kudretin melekûta taalluk etmesinin bir başka nedeni ise melekûtun direk taalluka müsait yapısı ve maddenin direk taalluka müsait olmamasıdır.   
                        
      “ Zira aynanın iki veçhi gibi, her şeyin bir mülk ciheti var ki, aynanın mülevven yüzüne benzer; muhtelif renklere ve halata medar olabilir. Biride melekûttur ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir veçhinde, Kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafi halat vardır. Esbab, o halata hem merci, hem medar olmak için vaz edilmişler. Fakat melekutiyet ve hakikat canibinde her şey şeffaftır, güzeldir, kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine münafi değildir. Onun için, esbab sırf zahiridir; melekutiyette ve hakikatte tesir-i hakikileri yoktur.”[8]
            
     “ İkinci mesele ki, kudret melekutiyet-i eşyaya taalluk eder. Evet, kâinatın ayna gibi iki yüzü var. Biri mülk ciheti ki, aynanın renkli yüzüne benzer. Diğeri melekutiyet ciheti ki, aynanın parlak yüzüne benzer.
            
    Mülk ciheti ise, zıtların cevelangahıdır. Güzel- çirkin, hayır- şer, büyük- küçük, ağır- kolay gibi emirlerin mahal-i vürududur. İşte, şunun içindir ki, Sani-i Zülcelâl, esbabı-ı zahiriyi tasarrufat-ı kudretine perde etmiştir- ta, dest-i kudret, zahir akla göre hasis ve nalâyık emirlerle bizzat mübaşereti görünmesin. Çünkü azamet ve izzet öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakiki tesir vermemiştir. Çünkü vaat et-i ehadiyet öyle ister.
            
   Melekutiyet ciheti ise, her şeyde parlaktır, temizdir. Teşehhusatın renkleri, müzahrefatları ona karışmaz. O cihet, vasıtasız, kendi Halikına müteveccihtir. Onda terettübü- ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona, illiyet, maluliyet giremez. Eğri- büğrüsü yoktur. Maniler müdahale edemez. Zerre, şemse kardeş olur.”[9]
            
      “ Hem hayatın iki yüzü, yani mülk, melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvidir. Onun için, perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını aşikâre göstermek için, sair eşya gibi zahiri esbabı, hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahlûktur.”[10]
                        
      “ Binaenaleyh, âlem-i melekût, âlem-i şahadetten daha âli ve daha yüksektir.”[11]
            
    “ Fesubhanallah! Mülkle melekût arasındaki hicap ne kadar incedir, aralarındaki mesafe ne kadar büyüktür! Kezalik mülkle melekût, dünya ile ahret arasında ehl-i kalp için şeffaf, ehl-i heva için kesif ince bir perde vardır.”[12]
             
       Şimdi de Bediüzzaman’ın ( R.aleyh) geniş manevi âlemlerin, gayb âlemlerinin dar maddi âlemlere nasıl sığıştığını açıkladığına bakalım.
            
     “Evet, her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti hakka bakar, diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakka cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında hakka bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Bineanaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün’im, sanata bakıldığı zaman Sani, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i hakiki zihne ve fikre gelmelidir.”[13]
            
      “Sani-i Kadir, ism-i Hakem ve Hâkimi ile bu âlem içinde binler muntazam âlemleri derç etmiştir.”[14]
            
       Âlemler iç içe geçmiş halde bulunur. Karpuz yığını gibi birbirinden ayrı bulunmaz. Bir karpuz gibi, kabuğu, çekirdeği, suyu iç içe bir bütün oluşturacak varlığa sahiptir.
            
       “ Sevap ve fazilet nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasıl ki, bir zerrecik bir şişede, semavat, nücumuyla beraber görülebilir”[15]
            
       Daha şeffaf varlıklar daha kesif varlıkların içinde bulunur. En kesif, en kaba, en donuk madde âlemi tüm nurani âlemleri içinde barındırır.
            
       “ İ’lem eyyühel-aziz! Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehruba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepside, ihtilalsız, müsademesiz, küçük bir yerde içtima ederler.
            
      Kezalik, pek geniş gaybi âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları mümkündür. Evet, hava, su, insanın yürüyüşüne, cam ziyanın geçmesine, şuanın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mani yoktur.”[16]
            
      Bu konu ile ilgili paragrafları daha evvelki konularda da aktardığımız için bu kadarla yetinelim. Kâinat birbiri içinde yoğunluk ve kuvvet dereceleri farklı âlemler ve varlıklardan oluşur. Varlıklar bir âlemden diğerine girip çıkabilir. Daha şeffaf âlemler katı âlemleri üzerinde etkilidir. Şeffaf âlemler Allah’a (c.c.) daha yakındır.




[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 320
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 327
[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 570
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C.  sf. 1338
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.453
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C.  sf. 1322
[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C.  sf. 1320
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.121
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.236
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.812
[11] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C.  sf. 1339
[12] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C.  sf. 1344

[13] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C.  sf. 1297
[14] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.803

[15] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.152
[16] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C.  sf. 1335

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder