14 Kasım 2015 Cumartesi

ZAMAN VE HAREKET

BEDİÜZZAMAN’IN (r.aleyh) ONTOLOJİSİNİN KAVRAMLARI

ZAMAN VE HAREKET KAVRAMLARI
            
     Bediüzzaman ( r.aleyh) ontolojisinin önemli kavramlarından ikisi de zaman ve hareket kavramlarıdır.
            
     Hareketin varlığı, hareketin sebebi, hareketin yönü önemlidir. Zaman ise adeta hareketin ölçüsüdür.
            
     Bediüzzaman’a göre hareket vardır. Evren sürekli hareket halindedir. Hareketin iki sebebi vardır. Sebeplerin birisi dâhili, diğeri haricidir.
            
    “ Mütenasip eşya arasında meyil ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celp ederler, aralarına ittihat olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.”[1]
            
     Ağacın büyüme hareketinde, ağaçta bulunan istikmal meyli, hareketin dâhili sebebi, yağmur, toprak, oksijen ise harici sebebidir. Bu meyil kainatta ve kainatta bulunan tüm varlıklarda bulunmaktadır.
            
     “ Şecere-i âlemde, meylü’l- istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi, bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumi meylü’l- istikmalden ayrı olarak, insanda da meylü’t-terakki vardır.”[2]
            
     Kâinatın ve kâinattaki her varlığın, Allah’ın (c.c.) emrine itaati de bu meyle dayanır.
            
    “ Şu temsil- i itaat sırrının hakikati şudur ki: Kâinatta bittecrübe, her şeyin bir nokta-i kemali vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, inzicab olur. Ve inzibap işitiyak, ihtiyaç, meyil, cenab-ı Hakkın evamir-i tekviniyesinini mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuttur. Hususi kemali, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran, ona mahsus bir vücuttur.
            
     İşte, bütün kâinatın kün emrine itaati, bir tek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen kün emr-i ezelisine mümkinatın itaati ve imtisalinde yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve inzicap, birden, beraber mündemiçtir. “[3]
            
     Canlı – cansız her varlığın hareketi bu nedenle bir cezbeye, şevke, aşka dayanır.
            
    “ Zira her şeyin bir nokta-i kemali ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil ihtiyaç, muzaaf ihtiyaç aşk, muzaaf aşk incizaptır. Mahiyat-ı mümkinatın mutlak kemali, mutlak vücuttur. Hususi kemali, istidadını bilfiile çıkaran has vücuttur. Bütün kâinatın kün emrine itaati, bir zerre neferin itaati gibidir. Kün emr-i ezelisine mümkinin itaat ve imtisalında, meyl ve ihtiyaç ve şevk ve incizap mümteziç ve mündemiçtir.”[4]
            
     Gerçek hareket ve büyüme dâhili sebebin hareketiyle gerçekleşir. Dâhili sebep olmaksızın gerçekleşen dış müdahale büyümeye değil, bozulmaya sebep olur.
            
     “ Nasıl ki, bir cisimde, neşvünema için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessüü ise – çünkü dâhildendir- vücut ve cisim için tekemmüldür. Fakat eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir.”[5]
            
    Dâhili ve harici sebebin içtiması ile hareket, büyüme ve değişme gerçekleşir. Değişim eşyanın önce hakikatini, sonra mahiyetini, daha sonra da suretini değiştirir. Toprağın elmas olması gibi. İlerde insan nefsinin de mertebe mertebe değişip tekâmül ettiğini göreceğiz.
            
    “ Elhasıl: Madem Sani-i Hakim her şey için o şeye münasip bir nokta-i kemal ve ona layık bir mertebe-i feyz-i vücut tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale sa’y edip gitmek için bir istidat vererek sevk ediyor. Ve bütün nebatat ve hayvanatta şu kanun-u rububiyet cari olmakla beraber, cemadatta dahi caridir ki, adi toprağa, elmas derecesine ve cevahir-i âliye mertebesine bir terakkiyat veriyor.”[6]
            
    Hem dâhili hem de harici hareket aşka, şevke, muhabbete dayanır ve zevk ve lezzet verir. Hareket eden her varlık, hareketinden kendince lezzet alır.
            
   “ Nasıl ki mahlûkatta faaliyet ve hareket bir iştah, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hatta denebilir ki, her bir faaliyette bir lezzet nevi vardır; belki her bir faaliyet bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi bir kemale müteveccihtir; belki bir çeşit kemaldir.”[7]
            
     Canlı varlıklar gibi cansız varlıklarda hareketlerinden lezzet alırlar.
            
   “ Bil ki, Cenab-ı Hak kemal-i kereminden, hizmetin mükâfatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine koymuştur. İşte bu sır içindir ki, mevcudat hatta bir nokta-i nazarda camidat dahi, evamir-i tekviniye tabir edilen hususi vazifelerinde, kemal-i şevkle ve bir çeşit lezzetle evamir-i Rabbaniyeyi imtisal ederler.”[8]
            
    Hareketin birçok sebebi vardır. Dünyada, Allah, (c.c.)  hareket sayesinde kâinatı ve varlıkları yaratır. Kâinat adeta ayet-ı tekviniyeleri içeren bir kitap haline gelir.
            
      “Nihayetsiz, tecelliyet-ı esma-ı İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için, mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sayfada nihayetsiz manileri ifade edecek olan hadsiz ayatları yazmak için, nakkaş-ı Ezeli, zerratı kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.”[9]
            
     Hareketin bir sebebi de ahrete yöneliktir.
            
     “ Tahavvülat- zerratın ve zihayat cisimlerde zerrat harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binasına layık zerreler olmak için ve manidar olmaktır. Güya cism-i hayvani ve insani, hatta nebati, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhane, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, camid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Adeta bir talim ve talimata mazhar olurlar, letafet peyda ederler. Birer vazifeyi görmekle, âlem-i bekaya ve bütün eczasıyla hayatdar olan dar-ı ahrete zerrat olmak için liyakat kesb ederler.”[10]
            
     “ Şu dünyadaki tavvülat-ı zerrat dahi, gayet âli hikmetler için kaderin çizdiği hudut üzerine kudretin verdiği evamir-i tekviniyeye göre hassas bir mizanı ilmi ile cevelan ediyorlar. Adeta başka, yüksek bir âleme gitmeye hazırlanıyorlar. Öyleyse, zihayat cisimler, o seyyah zerrelere güya birer merkep, birer kışla, birer misafirhane hükmündedir.”[11]
            
     Varlıklar zaman ipine asılarak, büyük bir sel, ırmak oluşturarak sürekli akar. Varlıkların düzenli akışı zamanla sağlanır.
            
     “ Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, daimi bir şemsin şualarının aynaları olduklarını gösterdikleri gibi, seyyal zaman ırmağında, seyyar mevcudatın üstünde parlayan lemeat-ı cemaliye dahi, bir cemal-i sermediye işaret ederler ve onun bir nevi emareleridirler.
            
    Hem kâinat kalbindeki ciddi aşk, bir maşuk-u layezeliyi gösterir. Evet, ağacın mahiyetinde olmayan bir şey, esaslı bir surette meyvesinde bulunmadığı delaletiyle, şecere-i kâinatın hassas meyvesi olan nev-i insandaki ciddi aşk-ı lahuti gösterir ki, bütün kâinatta – fakat başka şekillerde- hakiki aşk ve muhabbet bulunuyor. Öyleyse, kalb-i kâinattaki şu hakiki muhabbet ve aşk, bir Mahbub-u Ezeliyi gösterir.
            
     Hem kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizaplar, cezbeler, cazibeler, ezeli bir hakikat-ı cazibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir.”[12]
                        
  “ Ve hakeza her şeyi buna kıyas et ki, güneşlerin deveranından ve seyir ve seyahatlerinden tut, ta zerrelerin Mevlevi gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün say ve hareket, kanun-u kader-i İlahi üzerine cereyan ediyor ve dest-i kudret-i İlahiden sudur eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvini ile sudur eder.”[13]
            
     “ Şu âlem içinde, her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halk eden; hatta her senede birer yeni, seyyar, seyyar, muntazam kâinatı icad eden; hatta her günde birer yeni, muntazam âlem yapan; daima şu semavat ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemal-i hikmetle halk eden, değiştiren ve asırlar, seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren…”[14]
            
     “ İşte, İmam-ı Mübinin imlasıyla, yani kaderin hükmüyle ve düsturuyla, kudret-i İlahiye, icad-ı eşyada her biri birer ayet olan silsile-i mevcudatı, lehv-i mahv , İsbat denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icad ediyor, zerratı tahrik ediyor. Demek, harekât-ı zerrat, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şahadete ve ilimden kudrete geçmelerinde olan bir ihtizazdır, bir harekâttır.
            
     Amma Lehv-i Mahv, isbat ise, sabit ve daim olan Lehv-i mahfuz-u Azam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayatta, vücut ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-i zaman odur. Evet, her şeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azimin hakikati dahi, Lehv-i Mahv, İsbat’taki kitabet-i kudretin sayfası ve mürekkebi hükmündedir. La ya’lamu’l-gaybe illallah. “[15]
            
     “ Şu birbiri arkasına gelen ve zaman ipine takılan seyyar âlemleri…”[16]
            
     “ Emr-i tekvinisi kudret ve iradeyi tazammun ettiğini ve bütün eşya, evamirine gayet musahhar ve munkad olduklarını ve mübaşeretsiz, mualecesiz halk ettiği için …”[17]
            
    “ Tahavvülat-ı zerrat, nakkaş-ı Ezelinin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı ayat-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelanıdır.”            [18]
             
     “ Evet, biz gözümüzle görüyoruz ki, bu kâinatta binler değil, belki milyonlar âlemler, küçük kâinatlar, ekseri birbiri içinde, her birinin idaresi ve tedbirinin şeraiti ayrı ayrı olduğu halde, öyle bir mükemmel terbiye, tedbir, idare ediliyor ki, bütün kâinat bir sayfa gibi her an nazarında ve bütün âlemler birer satır gibi kalem-i kudret ve kaderiyle yazılır, tazelenir, değişir. Bir nihayetsiz rububiyet içinde nihayetsiz bir ilim ve hikmet ve ihatalı hadsiz bir rahmet ve dikkatle bu milyonlar âlemleri ve seyyal kâinatları idare eden bir Rabbu’l- Âleminin vücub-u vücuduna ve vahdetine külli ve cüzi şahadetler, zerreler ve zerrelerden terekküp eden mevcutlar adedince hadsiz, nihayetsiz şahadetler her an ve zaman geliyorlar.”[19]
            
     “ Kainattaki kudretin faaliyeti ve seyir ve seyelan- eşya o kadar manidardır ki, o faaliyetle Sani-i Hakim enva-ı kainatı konuşturuyor. Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcutları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir ve taharrük ise, bir tekellümdür. Demek, faaliyetten gelen hareket ve zeval, kâinatın envaının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır.”[20]
            
     “ İşte, bu mezkûr sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âli hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden, şu âlemin tagyyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tagayyür için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mecz ederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklere cem ederek, hamur gibi yoğurarak, şu kâinatı tebeddül ve tagayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tabi kıldı.
           
    Vakta ki, meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esma-ı Hüsna hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamıyla yazdı. Kudret nukuş-u sanatını tekmil etti. Mevcudat, vazaifini ifa etti. Mahlûkat, hizmetlerini bitirdi. Her şey manasını ifade etti. Dünya, ahret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sani-i Kadirin bütün mu’cizat-ı kudretini, umum havarık-ı sanatını teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fena, sermedi manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O sani-i Zülcelalin hikmet-i semediyesi ve inayet-i ezeliyesi, o imtihan neticelerini ve tecrübenin neticelerini, o Esma-ı Hüsnanın tecellilerinin hakikatlerini, o kalem-i kader mektubatının hakaikini, o numune misal nukuş-u sanatının asılarını, o vazaif-i mevcudatın faydalarını, gayelerini, o hidemat-ı mahlûkatın ücretlerini ve o kelimat-ı kitab-ı kâinatın ifade ettikleri manaların hakikatlerini ve istidat çekirdeklerinin sünbülenmesini ve bir mahkem-i Kübra açmasını ve dünyadan alınmış misali o manzaraların göstermesini ve esbab-ı zahiriyenin perdesinin yırtmasını ve her şey doğrudan doğruya Halık-ı Zülcelaline teslim etmesi gibi, hakiakatleri iktiza etti. Ve o mezkûr hakikatler iktiza ettiği için, kainatı dağdağa-i tagayyür ve fenadan, tahavvül ve zevalden kurtarmak, ebedileştirmek için, o zıtların tasfiyesini istedi ve tagayyürün esbabını ve ihtilafatın maddelerini tefrik etmek istedi. Elbette kıyameti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek.
            
     Hakim-i Ezeli, şu iki hanenin sekenelerinei kudret-i kamilesiyle ebedi ve sabit bir vücut verir ki, hiç inhilal ve tagayyüre ve ihtiyarlığa ve inkıraza maruz kalmazlar. Çünkü inkıraza sebebiyet veren tagayyürün esbabı bulunmaz.”[21]
            
     “ Şu kâinata dikkat edilse görülüyor ki, içinde iki unsur var ki her tarafa uzanmış kök atmış. Hayır- şer, güzel- çirkin, nef’- zarar, kemal- noksan, ziya- zulmet, hidayet- dalalet, nur- nar, iman- küfür, taat- isyan, havf- muhabbet gibi asarlarıyla, meyveleriyle, şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor, daima tagayyür ve tebeddülata mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıt olan dalları ve neticeleri ebede gidecek, temerküz edip birbirinden ayrılacak, o vakit cennet- cehennem suretinde tezahür edecektir.
            
     Madem âlem-i beka, şu âlem-i fenadan yapılacaktır. Elbette, anasır-ı esasiyesi bekaya ebede gidecektir. Evet, cennet- cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğrilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecelliğahıdır ki, dest-i kudret bir hareket-i şedide ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır.”[22]




[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1225.
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1230.
[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 237.
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sunuhat, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 2044.
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 213.
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 251.
[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 461.
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 647.
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 249.
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 250.
[11] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 252.
[12] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 312.
[13]  Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 469.
                                                                                                                                                                           
[14] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 236.
[15] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 247.
[16] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. Sf74
[17] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. Sf74
[18] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 247.
[19] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 1121.              
[20] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 461.
[21] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 239.
[22] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 239.               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder