BEDİÜZZAMAN’IN (r.aleyh)
ONTOLOJİSİNİN KAVRAMLARI
FEYZ / İFAZA KAVRAMI
Feyz, ilahi
kaynaktan akarak varlıklara varlık kazandıran şeydir. Her varlık mertebesine,
miktarına, levnine, şekline v.b. göre feyz-i ilahiden nasibini alır, bu feyz
ile varlık kazanır, varlığını devam ettirir.
“Yani;
zahirî esbabın pek fevkinde olduklarından, manevî bir cennetin hazinesinden ve
yalnız gaybî ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir. Meselâ:
Mısır'ın kumistanını bir cennete çeviren Nil-i Mübarek; cenub tarafından,
"Cebel-i Kamer" denilen bir dağdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi
tükenmeden akıyor.”[1]
“
Madem Sâni'-i Hakîm her şey için o şeye münasib bir nokta-i kemal ve ona lâyık
bir mertebe-i feyz-i vücud tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale sa'yedip
gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor.” [2]
“Bütün
maddî güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden
ileri geliyor. Ve hakikatları ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların
bir nevi gölgeleridir.”[3]
“Şu
mutasavvifînin reis ve kebiri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hulûlü
iddia eden marifet-i İlahiyeden hiçbir şey istişmam etmemiştir. Evet, mümkün,
Vâcib ile nasıl ittisal veya ittihad edecek? Kellâ!. Evet, mümkünün ne kıymeti
vardır; tâ ki Vâcib onda hulûl ede, hâşâ! Neam, mümkünde füyuzat-ı İlahiyeden
bir feyz tecelli eder… Küre-i
arz küçük, parça parça ve rengârenk ve mütehalif cam parçalarından farz
olunursa herbiri başka çeşitle levnine ve cirmine ve şekline nisbetle şemsten
bir feyz alacaktır. Şu hayalî feyz ise, ne güneşin zâtı ve ne ayn-ı ziyasıdır.
Hem de ziyanın temasili ve elvan-ı seb'asının tesaviri ve güneşin tecellisi
olan şu gûna-gûn ve rengârenk çiçeklerin elvanı faraza lisana gelirse, herbiri
"Güneş benim gibidir" veyahut "Güneş benim" diyeceklerdir.”[4]
“Vücud-u
Akdes'e hasr-ı nazar ve istiğrak ve
mümkinattan tecerrüd cihetiyle matmah-ı nazar ettikleri delil içinde neticeyi
görmek, yani âlemden Sânii müşahede etmek tarîkıyla takib ettikleri meslek olan
cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyatı ve
melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve
meraya-yı mevcudata tecelli-i esma ve sıfatı ise; dîk-ul elfaz sebebiyle uluhiyet-i
sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettikleri hakaikı başkalar
anlamadılar...”[5]
“Sâni'-i
Zülcelal ne kadar evsaf-ı kemaliye varsa, onlarla muttasıftır. Zira mukarrerdir
ki: Masnu'da olan feyz-i kemal, Sâni'in kemalinden iktibas edilmiş bir zıll-i
zalilidir.”[6]
“Kader,
her şeye bir mikdar ve o mikdara göre bir kalıb vermiştir. Feyyaz-ı Mutlak'tan aldığı feyze olan
kabiliyeti o kalıba göredir. Malûmdur ki, dâhilden harice süzülen cüz-ü
ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesi ile hâkimiyet-i
esmanın nizamve tekabülüyle feyz alınabilir. Maahaza, şemsin
azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir. ”[7]
“Deniz
yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemal-i intizam ile verir.
İşte, sema denizinin yüzünde ziyadar bir kabarcık ve Kadîr-i Mutlak'ın Nur
isminin cilvesine kesif bir âyinecik olan şu güneşin, bilmüşahede şu hakikatın
üç esasının nümunelerine mazhar olduğunu görüyoruz.”[8]
“Meselâ:
Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali ve aksi, denizin
yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer
küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa;
şemsin aksi, herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzisiz,
tenakussuz bir olur. Eğer faraza şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i
ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verse idi; bütün zemin yüzüne
verdiği feyzi, bir zerreye verdiği
feyzden daha ağır olamazdı.”[9]
“Meselâ:
Güneş'in kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle üç çeşit tecellisi ve in'ikası ve
ifazası var: Birisi çiçeklere, birisi Kamer'e ve seyyarelere, birisi şişe ve su
gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in'ikaslarıdır.
Birincisi
üç tarzdadır:
Biri:
Küllî ve umumî bir tecelli ve in'ikasıdır ki, bütün çiçeklere birden
ifazasıdır.
Biri
de: Has bir tecellidir ki, herbir nev'e göre bir hususî in'ikası vardır.
Biri
de: Cüz'î bir tecellidir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır. Şu
temsilimiz, o kavle göredir ki; çiçeklerin süslü renkleri, Güneş'in ziyasındaki
yedi rengin istihale-i in'ikasiyesinden neş'et ediyor. Ve bu kavle göre çiçekler
dahi Güneş'in bir çeşit âyineleridir.
İkincisi:
Güneş'in Kamer'e ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîm'in izniyle verdiği nur ve
feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra Kamer, o ziyanın gölgesi
hükmünde olan nuru; Güneş'ten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir
tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz'iyede denizin
kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve
ifazasıdır.
Üçüncüsü:
Güneşin emr-i İlahî ile cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine
ederek safi ve küllî ve gölgesiz bir in'ikası var. Sonra o Güneş, denizin
kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve kar'ın
şişeciklerine, herbirine birer cüz'î aksi, birer küçük timsalini veriyor.
İşte
Güneş'in herbir çiçeğe ve Kamer'e mukabil herbir katreye, herbir reşhaya mezkûr
üç cihette ikişer tarîk ile teveccüh ve ifazası var…”[10]
“Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve
denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz
güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa; şemsin aksi, herbir
parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur.
Eğer faraza şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle
verse idi; bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyzden daha
ağır olamazdı.”[11]
“Demek ene, âyine-misal ve vâhid-i kıyasî ve âlet-i
inkişaf ve mana-yı harfî gibi; manası kendinde olmayan ve başkasının manasını
gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i
beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir
eliftir ki, o elif'in "iki yüzü" var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O
yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde
fâil değil, icaddan eli kısadır.”[12]
“…manevî
ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlahiyenin nihayetsiz feyzine mazhar
olan bir zât, elbette Mi'rac merdiveniyle Cennet'e, Sidret-ül-Münteha'ya,
Arş'a, Kab-ı Kavseyn'e kadar gitmek, ayn-ı hak, nefs-i hakikat, mahz-ı
hikmettir.”[13]
“Aynen
öyle de: Sâni'-i Zülcelal herbir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz
ederek ve nukuş-u esmasıyla kemalât-ı san'atını göstermek için; herbir şey'e
hususan zîhayata, duygularla murassa' bir vücud libasını giydirerek, üstünde
kalem-i kaza ve kaderle nakışlar yapar; cilve-i esmasını gösterir. Herbir
mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak; bir kemal, bir lezzet, bir
feyz veriyor.”[14]
“Madem o
esma bâkidirler ve cilveleri daimîdir; elbette nakışları teceddüd eder,
tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenaya gitmiyor; belki yalnız itibarî
taayyünleri değişir ve medar-ı hüsn ü cemal ve mazhar-ı feyz ü kemal olan
hakikatları ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bâkidirler. Zîruh
olmayanlar, doğrudan doğruya onlardaki hüsn ü cemal esma-i İlahiyeye aittir,
şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onlarındır, muhabbet
onlara gider. O âyinelerin değişmesiyle onlara bir zarar îras etmez.”[15]
“Şemsin
feyz-i tecellisi olan timsali, denizin sathında ve denizin katresinde aynı
hüviyeti gösteriyor.”[16]
“Hararet ve ziya, sana bir âyine vasıtasıyla gelir.
Senden Güneş'e karşı minnetdar olmaya bedel, âyineyi masdar telakki edip,
Güneş'i unutup, ona minnetdar olmak, divaneliktir. Evet âyine muhafaza
edilmeli, çünki mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir. Cenab-ı
Hak'tan gelen feyze ma'kes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur.
Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hattâ bazı olur
ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki
müridinin safvet-i ihlasıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile o
mürid başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mir'at-ı ruhundan gelmiş görüyor.”[17]
“Birinci
muhalde nasılki güneşin cilve-i in'ikası, kemal-i sühuletle, külfetsiz en küçük
zerrecik camdan tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzini ve tesirini
misalî güneşçiklerle gayet kolaylıkla gösterdikleri halde, eğer güneşten
nisbeti kesilse; o vakit herbir zerrecikte, tabiî ve bizzât bir güneşin haricî
vücudu imtina derecesinde bir suubetle olabilmesi, kabul edilmek lâzım gelir.”[18]
“Bu
kâinatın Hâlık'ı, bu kâinattaki bütün makasıdının en ehemmiyetli medarı nev'-i
insan olduğundan ve bütün hitabat-ı Sübhaniyenin en anlayışlı bir muhatabı
nev'-i beşer olduğundan; o nev'-i beşer içinde en meşhur, en namdar ve âsârıyla
ve icraatıyla en mükemmel, en muhteşem ferd olan Zât-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) o
nev' namına, belki umum kâinat hesabına kendine muhatab eden Zât-ı Ferd-i
Zülcelal, elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar etmiştir.”[19]
“Demek
koca dünyayı bir sinek kanadıyla müvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne
yerleşen hususî dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir
feyz-i İlahîye ve bir ihsan-ı İlahîye müvazeneye gelmediği demektir.”[20]
“Şeriat
ve Sünnet-i Seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esma-i hüsnanın
herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi' olmağa çalış...”[21]
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.901
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 251
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.881
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Muhakemat, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.2026
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Muhakemat, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.2025
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Muhakemat, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.2027
[7] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.1339
[8] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 64
[9] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 237
[10] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.145
[11] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 237
[12] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 241
[13] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 263
[14] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.480
[15] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.481
[16] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.573
[17] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Lemalar, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.654
[18] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Lemalar, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.680
[19] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Lemalar, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.811
[20] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 150
[21] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,
Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 159
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder