10 Kasım 2015 Salı

MAHİYET KAVRAMI

BEDİÜZZAMAN’IN (r.aleyh) ONTOLOJİSİNİN KAVRAMLARI

MAHİYET KAVRAMI

    Bediüzzaman’ ın (r.aleyh) eşya ile ilgili önemli kavramlarından birisi de mahiyet kavramıdır. Mahiyet eşyanın neliği ile ilgili özelliği. Bu nedir? Sorusunun cevabı, eşyanın mahiyetini açıklayan, eşyanın mahiyetini bildiren, cevaptır.
             
    “ Çünkü mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz.”[1]
            
    Allah (c.c.) kendine has bir mahiyete sahiptir.
            
    “ Sani-i kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez.
            
   Vacibü’l-Vücudun mahiyet-i kudsiyesi, mahiyet-i mümkinat cinsinden değildir. Belki bütün hakaik-i kâinat, o mahiyetin esma-ı Hüsnasından olan Hak isminin şualarıdır. Madem mahiyet-i Mukaddesesi hem Vacibü’l- Vücuddur, hem maddeden mücerreddir, hem bütün mahiyata muhaliftir; misli, misali, mesili yoktur.”[2]
            
    Allah’ın (c.c.) mahiyeti, diğer varlıların mahiyetine benzemez.
            
    Hatta muhakkikin-i evliyanın bir kısmı demişler: “ Hakiki hakaiki-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir.”[3]
            
     Mahiyet, hakikatin gölgesi olarak tanımlanır. Bediüzzaman (R.aleyh) ontolojisinin önemli kavramlarından bir tanesi de gölge kavramıdır. İlerde inşallah ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Gölgenin üç ana unsuru vardır. Işık, varlık ve gölgesi. Işık bir varlığa yansıdığında, bir varlığa rastladığında, o varlığı ve çevresini aydınlatırken varlığın olduğu bölümün arkasına ışık geçmez ve gölge oluşur. Gölgenin şeklini ışığın önündeki varlık belirler. Hareketli ise gölge varlıkla hareket eder.
             
    Gölgenin kavram anlamı ile kelime anlamı arasında farklılık vardır. Örneğin insanda ki konuşma özelliği Allah’ın (c.c.) kelam sıfatının gölgesidir.
            
    Varlıkların, hakikatleri bulunduğu gibi mahiyetleri de bulunur. Varlıkların mahiyetlerini, varlıkların hakikatleri belirler. Varlıkların hakikatleri, mahiyetlerine göre daha şeffaftır.  
            
    “ Aynen öyle de, sani-i Zülcelâl, her bir nevi mevcudatın mahiyetini bir model ittihaz ederek ve nukuş-u esmasıyla kemal-i sanatını göstermek için, her bir şeye, hususan zihayata, duygularla murassa bir vücud libasını giydirerek, üstünde kalem-i kaza ve kaderle nakışlar yapar, cilve-i esmasını gösterir.”[4]
            
    Varlıkların mahiyetleri, varlıkların modeli gibidir.
            
    “ Aynen öylede, masnuatın melekutiyet ve mahiyet yüzleri şeffaf ve parlak olmasında, kudret-i Mutlakanın cilvesi, tesiri, bir tek nefsin icadında bulunması kolaylığı derecesinde bütün hayvanatı yaratır.”[5]
            
    Daha önce varlıkların melekût tarafının parlak olduğu, kudret-i ilahinin bu yüze taalluk ettiği belirtilmişti. Daha sonra, kudret-i İlahinin varlıkların hakikatlerine de taalluk ettiği görülmüştü. Eşyaların mahiyetlerinin de taalluk noktası olduğunu görüyoruz.
            
    “ Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil, belki sebepsiz ve bizzat mahbup olan, kemal-i mutlak sahibi Zat-ı Zülkemalin ve Zülcelalin bir isminin bir cilvesinin, mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan…”[6]
           
    İnsandaki beka, sonsuz yaşama arzusunun, sevgisin kaynağı insanda yansıyan bir ismin gölgesidir.
            
    “ Madem esma bakidirler ve cilveleri daimidir; elbette nakışları teceddüt eder, tazelenir, güzelleşir. Âdeme ve fenaya gitmiyor; belki, yalnız itibari taayyünleri değişir. Ve medar-ı hüsün ve cemal ve mazhar-ı feyiz ve kemal olan hakikatleri ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bakidirler.”[7]
            
   Varlıkların, medar-ı hüsün ve kemali, mazhar-ı feyiz ve kemalleri hakikatleri ve mahiyetleridir. Allah (c.c.)  varlıkları hakikatleri ve mahiyetleri üzerinden etkiler.
            
    “Çünkü görüyoruz ki, her şey, külli ve cüzi bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Hâlbuki o mahsus zata ve mahiyete, hadsiz imkanat içinde o hususiyeti vermek; hem suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve farikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca miktarınca imkânlar içinde çalkalanan o mevcuda, o layık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek, hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkanat ve ihtimalat içinde mütehayyir, sergerden, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette cüzi ve külli bütün mümkünat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkanatı adedince…”[8]
            
    Her varlık önce bir zata, sonra hakikate, sonra mahiyete, sonra mahiyete layık sıfatlara, sonra mahiyete layık surete, sonra hüviyete ve hüviyete ait özelliklere sahip olur.
            
    “Hakikaten mümin Cennete layık ve kâfir cehenneme muvafık bir mahiyet kesbeder.[9]
            
    İnsanın ahret hayatındaki yeri, konumu derecesi de mahiyetine göre şekillenir.
            
    Aşağıdaki birkaç paragrafta insan mahiyetini özellikleri anlatılıyor. İnsanı insan yapan özelliklerdir bunlar.
            
   “ Evet, şu kâinata insan bir fihriste-i camia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misilli, kâinatın bir nevi merkez-i manevisi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulum-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakikat-ı kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu…”[10]
            
    “ Zira hayvan, şu âlemin fihristesi; ve mahiyet-i insaniye şu kainatın bir misal-i musagarı olduğundan, adeta âlemde ne varsa insanda da numunesi vardır.
            
    Şecere-i hilkatin meyvesi olan insana ve kendi ağacının programını ve fihristesini taşıyan meyveye işarettir. Zira kalem-i kudret, âlemin kitab-ı kebirinde ne yazmışsa, icmalini mahiyet-i insaniyete yazmıştır. Kalem-i kader dağ gibi bir ağaçta ne yazmışsa, tırnak gibi meyvesinde dahi derç etmiştir.”[11]
            
    “ Evet, nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaçla yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz kadir, Kavi, Gani ve Müstağni olan vacibü’l- Vücudun mahiyeti nerede?”[12]
            
    “ İşte aynen onun gibi insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli programlar tevdi edilmiş.”[13]
            
    “Hem onun mahiyeti harfiyedir; başkasının manasını gösterir.”[14]
            
    “Mahiyet-i insaniyenin ve mahiyet-i insaniyedeki enaniyetin”[15]
            
    “ Öyleyse, madem ceset gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz.”[16]
            
    Ruhun mahiyeti bedene bağımlı değildir. Hakikatinin bağımlı olmadığı gibi.
            
    “ Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmali şudur: Esma-i İlahiyeye ait garaibin fihristesi, hem şuun ve sıfat-ı İlahiyenin bir mikyası hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı, hem bu allem-i kebirin bir listesi, hem şu kâinatın bir haritası, hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi, hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi, hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalatlatın bir Ahsen-i takvimidir. İşte, mahiyetin bunlar gibi emirledir.”[17]
             
   “ Malumdur ki, bir ağacın, insanın azaları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lazımdır. Her bir cüzü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir.”[18]
            
    Bir ağacın yapısı, kökü, yaprağı, boyu, meyvesi mahiyetine göre belirlenir. Her varlık için aynı şey geçerlidir. Maddi kısmı mahiyete göre belirlenir.
            
    “Bak, o kadar ünsiyet ettiğimiz ve tanıdığımız çiçekli miçekli şeyler kayboldular. Muntazaman yerlerine ve mahiyetçe onlara benzer, fakat suretçe ayrı, başkaları geldiler.”[19]
            
   “ Bir mevcut, vücuttan gittikten sonra, zahiren kendisi âdeme, fenaya gider; fakat ifade ettiği manalar baki kalır, mahfuz olur. Hüviyet-i misaliyesi ve sureti ve mahiyeti dahi âlem-i misalde ve âlem-i misalin numuneleri olan elvah-ı mahfuzada ve elvah-ı mahfuzanın numuneleri olan kuvve-i hafızalarda baki kalır. Demek, bir vucud-u suri kaybeder, yüzer vücud-u manevi ve ilmi kazanır.”[20]
            
    Varlıkların hakikat ve mahiyetleri maddi tarafları ile kadim olmadığı için, maddi tarafları yıkılıp bozulmasıyla hakikat ve mahiyetleri de beraber bozulmaz. Hakikat ve mahiyet kendilerine layık âlemlerde varlıklarını devam ettirirler.
            
    “ Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derece vücutları sayılan hem manası, hem hüviyet-i misaliyesi ve sureti, hem neticeleri, hem mübarek ise sevabı, hem hakikati gibi çok vücutlarını bırakır, sonra perde altına girdiği gibi; aynen öyle de, bu vücudum hem hakikatini, hem misalini, hem mahiyet-i sahsiyesinin dünyevi neticelerini ve uhrevi semerelerini, hem hüviyet ve suretini hafızalarda ve elvah-ı mahfuzada ve sermedi manzaraların film şeritlerinde ve ilm-i ezelinin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve beka veren fıtri tesbihatını ve defter-i amalinde ve esma-ı İlahiyenin cilvelerine ve mukteziyatlarına fıtri mukabelelerini ve vucudi ayinedarlıklarını daire-i esmada ve daha bunlar gibi zahiri vücudundan daha kıymetdar müreaddit manevi vücutlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider; ilme’l- yakin suretinde gördüm.”[21]
            
    “ Kendi yerinde, bu âlem-i şahadette ziruh ise ruhunu hadsiz hafızalarda ve sair elvah-ı mahfuzalarda suretini ve hüviyetini ve tohumlarında ve yumurtacıklarında mahiyetinin kanunlarını ve bir nevi mustakbel hayatını ve âlem-i gaybda ve daire-i esmada aynadarlık ettiği kemalleri ve güzellikleri bırakıp zahiri mevt ile bie zeval perdesi altına girer, yalnız dünyevi gözlerden saklanır.”[22]
            
    “ İşte, her bir zihayatın zahiri bir vücudunun zevaliyle ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti ve misali vücutları ve ilmi ve gaybi mevcudiyetleri ve cesed-i necmisi ve gılaf-ı ruhu gibi kendinden alınmış pek çok vücutlarını arkasında bırakıp …”[23]
            
    Peygamber (S.A.V.) hakikat ve mahiyet ve hüviyetçe diğer hemcinslerinden farklıdır.
            
    “ İşte, su sırdandır ki, mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazreti Peygamber aleyhisselam…”[24]
            
    “ Evet, zat- Ahmediyenin (a.s.m.) nuruyla âlemin şekli değişti, insan ve bütün kâinatın mahiyet- hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti”[25]
            
    Farklı yoğunluktaki varlıkların mahiyetlerinin, yansıdığı aynalardaki gölgelerinin farklılık nedenini aşağıdaki şekilde ifade ediyor.
            
    “ Ayinde temessül, munkasım dört surete: ya yalnız hüviyet, ya beraber hasiyet, ya hüviyeti hem şule-i mahiyet, ya mahiyet hüviyet.
            
    Eğer misal istersen, işte insan ve şems, melek ve hem kelime. Kesifin timsalleri, ayinde oluyor birer müteharrik-i meyyit.
            
    Bir ruh-u nurani, kendi miratlarında timsalleri oluyor birer hayy-ı murtabıt. Aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp, birer nur-u munbasıt.
            
    Ger şems hayvan olaydı, olur harareti hayatı, ziya onun şuuru, Şu havasa maliktir ayinde de timsali.
            
    İşte budur şu esrarın miftahı: Cebrail hem Sidrede, hem suret-i Dihye’de, meclis-i Nebevide, hem kim bilir kaç yerde!”[26]
            
     “ Her mü’min gibi benim hüviyet-i şahsiyemi ve mahiyet-i insaniyemi anlamak ve benim gibi olmak arzu edenler, hasbuna’ daki na cem’iyyetinde bulunan ene’nin, yani nefsimin tefsirine baksınlar. Ehemmiyetsiz, hakir ve fakir görünen vücudum – her mü’minin vücudu gibi- neymiş, hayat neymiş, insaniyet neymiş, marifetullah neymiş, muhabbet nasıl olacakmış, anlasınlar, dersini alsınlar.”[27]



[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 241.
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 463.

[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 286.
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 480.
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 1142.
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 719.
[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 481.
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 915.
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 9.
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 561.
[11] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 116.
[12] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 244.
[13] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 137.
[14] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 242.
[15] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 243.
[16] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 231.
[17] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 49.
[18] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 53.
[19] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 117.
[20] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 465.
[21] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 877.
[22] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 853.
[23] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 824.
[24] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 73.
[25] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 31.
[26] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 323.
[27] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 721.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder