BEDİÜZZAMAN’IN (r.aleyh) ONTOLOJİSİNİN KAVRAMLARI
MAHİYET KAVRAMI
Bediüzzaman’
ın (r.aleyh) eşya ile ilgili önemli kavramlarından birisi de mahiyet
kavramıdır. Mahiyet eşyanın neliği ile ilgili özelliği. Bu nedir? Sorusunun
cevabı, eşyanın mahiyetini açıklayan, eşyanın mahiyetini bildiren, cevaptır.
“ Çünkü mutlak ve muhit bir şeyin hududu
ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir
taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz.”[1]
Allah
(c.c.) kendine has bir mahiyete sahiptir.
“
Sani-i kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete
benzemez.
Vacibü’l-Vücudun
mahiyet-i kudsiyesi, mahiyet-i mümkinat cinsinden değildir. Belki bütün
hakaik-i kâinat, o mahiyetin esma-ı Hüsnasından olan Hak isminin şualarıdır.
Madem mahiyet-i Mukaddesesi hem Vacibü’l- Vücuddur, hem maddeden mücerreddir,
hem bütün mahiyata muhaliftir; misli, misali, mesili yoktur.”[2]
Allah’ın
(c.c.) mahiyeti, diğer varlıların mahiyetine benzemez.
Hatta
muhakkikin-i evliyanın bir kısmı demişler: “ Hakiki hakaiki-i eşya, esma-i
İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir.”[3]
Mahiyet,
hakikatin gölgesi olarak tanımlanır. Bediüzzaman (R.aleyh) ontolojisinin önemli
kavramlarından bir tanesi de gölge kavramıdır. İlerde inşallah ayrıntılı olarak
inceleyeceğiz. Gölgenin üç ana unsuru vardır. Işık, varlık ve gölgesi. Işık bir
varlığa yansıdığında, bir varlığa rastladığında, o varlığı ve çevresini
aydınlatırken varlığın olduğu bölümün arkasına ışık geçmez ve gölge oluşur.
Gölgenin şeklini ışığın önündeki varlık belirler. Hareketli ise gölge varlıkla
hareket eder.
Gölgenin kavram anlamı ile kelime anlamı
arasında farklılık vardır. Örneğin insanda ki konuşma özelliği Allah’ın (c.c.)
kelam sıfatının gölgesidir.
Varlıkların,
hakikatleri bulunduğu gibi mahiyetleri de bulunur. Varlıkların mahiyetlerini,
varlıkların hakikatleri belirler. Varlıkların hakikatleri, mahiyetlerine göre
daha şeffaftır.
“
Aynen öyle de, sani-i Zülcelâl, her bir nevi mevcudatın mahiyetini bir model
ittihaz ederek ve nukuş-u esmasıyla kemal-i sanatını göstermek için, her bir
şeye, hususan zihayata, duygularla murassa bir vücud libasını giydirerek,
üstünde kalem-i kaza ve kaderle nakışlar yapar, cilve-i esmasını gösterir.”[4]
Varlıkların
mahiyetleri, varlıkların modeli gibidir.
“
Aynen öylede, masnuatın melekutiyet ve mahiyet yüzleri şeffaf ve parlak
olmasında, kudret-i Mutlakanın cilvesi, tesiri, bir tek nefsin icadında
bulunması kolaylığı derecesinde bütün hayvanatı yaratır.”[5]
Daha
önce varlıkların melekût tarafının parlak olduğu, kudret-i ilahinin bu yüze
taalluk ettiği belirtilmişti. Daha sonra, kudret-i İlahinin varlıkların
hakikatlerine de taalluk ettiği görülmüştü. Eşyaların mahiyetlerinin de taalluk
noktası olduğunu görüyoruz.
“
Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil, belki sebepsiz ve bizzat mahbup olan,
kemal-i mutlak sahibi Zat-ı Zülkemalin ve Zülcelalin bir isminin bir
cilvesinin, mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan…”[6]
İnsandaki
beka, sonsuz yaşama arzusunun, sevgisin kaynağı insanda yansıyan bir ismin
gölgesidir.
“
Madem esma bakidirler ve cilveleri daimidir; elbette nakışları teceddüt eder,
tazelenir, güzelleşir. Âdeme ve fenaya gitmiyor; belki, yalnız itibari
taayyünleri değişir. Ve medar-ı hüsün ve cemal ve mazhar-ı feyiz ve kemal olan
hakikatleri ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bakidirler.”[7]
Varlıkların,
medar-ı hüsün ve kemali, mazhar-ı feyiz ve kemalleri hakikatleri ve
mahiyetleridir. Allah (c.c.) varlıkları
hakikatleri ve mahiyetleri üzerinden etkiler.
“Çünkü
görüyoruz ki, her şey, külli ve cüzi bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan
ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcut, mahsus bir zat ve muayyen bir
suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve
maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Hâlbuki o mahsus zata ve mahiyete,
hadsiz imkanat içinde o hususiyeti vermek; hem suretler adedince imkânlar ve
ihtimaller içinde o nakışlı ve farikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek;
hem, hemcinsinden olan eşhasın miktarınca miktarınca imkânlar içinde çalkalanan
o mevcuda, o layık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem sıfatların nevileri ve
mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit
bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek, hem hadsiz
yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkanat ve
ihtimalat içinde mütehayyir, sergerden, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli
keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette cüzi ve
külli bütün mümkünat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet
ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkanatı adedince…”[8]
Her
varlık önce bir zata, sonra hakikate, sonra mahiyete, sonra mahiyete layık
sıfatlara, sonra mahiyete layık surete, sonra hüviyete ve hüviyete ait
özelliklere sahip olur.
“Hakikaten
mümin Cennete layık ve kâfir cehenneme muvafık bir mahiyet kesbeder.[9]
İnsanın
ahret hayatındaki yeri, konumu derecesi de mahiyetine göre şekillenir.
Aşağıdaki
birkaç paragrafta insan mahiyetini özellikleri anlatılıyor. İnsanı insan yapan
özelliklerdir bunlar.
“
Evet, şu kâinata insan bir fihriste-i camia olduğundan, insanın kalbi binler
âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı,
hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misilli, kâinatın
bir nevi merkez-i manevisi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulum-u beşeriye
olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakikat-ı kâinatın
mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu…”[10]
“
Zira hayvan, şu âlemin fihristesi; ve mahiyet-i insaniye şu kainatın bir
misal-i musagarı olduğundan, adeta âlemde ne varsa insanda da numunesi vardır.
Şecere-i
hilkatin meyvesi olan insana ve kendi ağacının programını ve fihristesini
taşıyan meyveye işarettir. Zira kalem-i kudret, âlemin kitab-ı kebirinde ne
yazmışsa, icmalini mahiyet-i insaniyete yazmıştır. Kalem-i kader dağ gibi bir
ağaçta ne yazmışsa, tırnak gibi meyvesinde dahi derç etmiştir.”[11]
“
Evet, nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaçla yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye
nerede? Nihayetsiz kadir, Kavi, Gani ve Müstağni olan vacibü’l- Vücudun
mahiyeti nerede?”[12]
“
İşte aynen onun gibi insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve
kaderden kıymetli programlar tevdi edilmiş.”[13]
“Hem
onun mahiyeti harfiyedir; başkasının manasını gösterir.”[14]
“Mahiyet-i
insaniyenin ve mahiyet-i insaniyedeki enaniyetin”[15]
“
Öyleyse, madem ceset gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi
ruhun bekasına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz.”[16]
Ruhun
mahiyeti bedene bağımlı değildir. Hakikatinin bağımlı olmadığı gibi.
“
Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmali şudur: Esma-i
İlahiyeye ait garaibin fihristesi, hem şuun ve sıfat-ı İlahiyenin bir mikyası
hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı, hem bu allem-i kebirin bir listesi, hem şu
kâinatın bir haritası, hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi, hem kudretin gizli
definelerini açacak bir anahtar külçesi, hem mevcudata serpilen ve evkata
takılan kemalatlatın bir Ahsen-i takvimidir. İşte, mahiyetin bunlar gibi
emirledir.”[17]
“ Malumdur ki, bir ağacın, insanın azaları
gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları
arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lazımdır. Her bir cüzü, o ağacın
mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir.”[18]
Bir
ağacın yapısı, kökü, yaprağı, boyu, meyvesi mahiyetine göre belirlenir. Her
varlık için aynı şey geçerlidir. Maddi kısmı mahiyete göre belirlenir.
“Bak,
o kadar ünsiyet ettiğimiz ve tanıdığımız çiçekli miçekli şeyler kayboldular.
Muntazaman yerlerine ve mahiyetçe onlara benzer, fakat suretçe ayrı, başkaları
geldiler.”[19]
“ Bir
mevcut, vücuttan gittikten sonra, zahiren kendisi âdeme, fenaya gider; fakat
ifade ettiği manalar baki kalır, mahfuz olur. Hüviyet-i misaliyesi ve sureti ve
mahiyeti dahi âlem-i misalde ve âlem-i misalin numuneleri olan elvah-ı
mahfuzada ve elvah-ı mahfuzanın numuneleri olan kuvve-i hafızalarda baki kalır.
Demek, bir vucud-u suri kaybeder, yüzer vücud-u manevi ve ilmi kazanır.”[20]
Varlıkların
hakikat ve mahiyetleri maddi tarafları ile kadim olmadığı için, maddi tarafları
yıkılıp bozulmasıyla hakikat ve mahiyetleri de beraber bozulmaz. Hakikat ve
mahiyet kendilerine layık âlemlerde varlıklarını devam ettirirler.
“
Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derece vücutları sayılan hem manası, hem
hüviyet-i misaliyesi ve sureti, hem neticeleri, hem mübarek ise sevabı, hem
hakikati gibi çok vücutlarını bırakır, sonra perde altına girdiği gibi; aynen
öyle de, bu vücudum hem hakikatini, hem misalini, hem mahiyet-i sahsiyesinin
dünyevi neticelerini ve uhrevi semerelerini, hem hüviyet ve suretini
hafızalarda ve elvah-ı mahfuzada ve sermedi manzaraların film şeritlerinde ve
ilm-i ezelinin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve beka veren fıtri
tesbihatını ve defter-i amalinde ve esma-ı İlahiyenin cilvelerine ve
mukteziyatlarına fıtri mukabelelerini ve vucudi ayinedarlıklarını daire-i
esmada ve daha bunlar gibi zahiri vücudundan daha kıymetdar müreaddit manevi
vücutlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider; ilme’l- yakin suretinde
gördüm.”[21]
“
Kendi yerinde, bu âlem-i şahadette ziruh ise ruhunu hadsiz hafızalarda ve sair
elvah-ı mahfuzalarda suretini ve hüviyetini ve tohumlarında ve
yumurtacıklarında mahiyetinin kanunlarını ve bir nevi mustakbel hayatını ve
âlem-i gaybda ve daire-i esmada aynadarlık ettiği kemalleri ve güzellikleri
bırakıp zahiri mevt ile bie zeval perdesi altına girer, yalnız dünyevi
gözlerden saklanır.”[22]
“
İşte, her bir zihayatın zahiri bir vücudunun zevaliyle ruhu, mahiyeti,
hüviyeti, sureti ve misali vücutları ve ilmi ve gaybi mevcudiyetleri ve cesed-i
necmisi ve gılaf-ı ruhu gibi kendinden alınmış pek çok vücutlarını arkasında
bırakıp …”[23]
Peygamber
(S.A.V.) hakikat ve mahiyet ve hüviyetçe diğer hemcinslerinden farklıdır.
“
İşte, su sırdandır ki, mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazreti Peygamber
aleyhisselam…”[24]
“
Evet, zat- Ahmediyenin (a.s.m.) nuruyla âlemin şekli değişti, insan ve bütün
kâinatın mahiyet- hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti”[25]
Farklı
yoğunluktaki varlıkların mahiyetlerinin, yansıdığı aynalardaki gölgelerinin
farklılık nedenini aşağıdaki şekilde ifade ediyor.
“
Ayinde temessül, munkasım dört surete: ya yalnız hüviyet, ya beraber hasiyet,
ya hüviyeti hem şule-i mahiyet, ya mahiyet hüviyet.
Eğer
misal istersen, işte insan ve şems, melek ve hem kelime. Kesifin timsalleri,
ayinde oluyor birer müteharrik-i meyyit.
Bir
ruh-u nurani, kendi miratlarında timsalleri oluyor birer hayy-ı murtabıt. Aynı
olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp, birer nur-u munbasıt.
Ger
şems hayvan olaydı, olur harareti hayatı, ziya onun şuuru, Şu havasa maliktir
ayinde de timsali.
İşte
budur şu esrarın miftahı: Cebrail hem Sidrede, hem suret-i Dihye’de, meclis-i
Nebevide, hem kim bilir kaç yerde!”[26]
“
Her mü’min gibi benim hüviyet-i şahsiyemi ve mahiyet-i insaniyemi anlamak ve
benim gibi olmak arzu edenler, hasbuna’ daki na cem’iyyetinde bulunan ene’nin,
yani nefsimin tefsirine baksınlar. Ehemmiyetsiz, hakir ve fakir görünen vücudum
– her mü’minin vücudu gibi- neymiş, hayat neymiş, insaniyet neymiş,
marifetullah neymiş, muhabbet nasıl olacakmış, anlasınlar, dersini alsınlar.”[27]
[1] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 241.
[2] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 463.
[3] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 286.
[4] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 480.
[5] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 1142.
[6] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 719.
[7] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 481.
[8] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 915.
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i
Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 9.
[10] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 561.
[11] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 116.
[12] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 244.
[13] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 137.
[14] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 242.
[15] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 243.
[16] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 231.
[17] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 49.
[18] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 53.
[19] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 117.
[20] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 465.
[21] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 877.
[22] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 853.
[23] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 824.
[24] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 73.
[25] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i
Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 31.
[26] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 323.
[27] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 721.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder