BEDİÜZZAMAN’IN (r.aleyh)
ONTOLOJİSİNİN KAVRAMLARI
İSTİDAD-KABİLİYET KAVRAMI
Bediüzzaman’ın
ontoloji kavramlarından biriside istidat, kabiliyet kavramıdır. İstidat ve
kabiliyet varlığın kendine has şeklini almasını sağlayan özelliğidir. Her
varlık istidat ve kabiliyetine göre şekil alır.
Varlığın
farklılaşması, türlere ayrılması istidat sayesinde gerçekleşir. İğer yandan
varlığın bir bütünlük meydana getirmesini istidatların birbiri ile uyumlu
olması ile mümkün olur.
“Zira
herşeyin bir nokta-i kemali ve o noktaya bir meyli var. Muzaaf meyil, ihtiyaç;
muzaaf ihtiyaç, aşk; muzaaf aşk, incizabdır. Mahiyat-ı mümkinatın mutlaka
kemali, mutlak vücuddur. Hususî kemali, istidadatını bilfiile çıkaran has
vücuddur. Bütün kâinatın (Kün) emrine itaatı, bir zerre neferi itaatı gibidir.
(Kün) emr-i ezelîsine mümkinin itaat ve imtisalinde, meyil ve ihtiyaç ve şevk
ve incizab mümtezic, mündemicdir.”[1]
Hem hiç
mümkün olur mu ki; nev'-i insanı, şuurca kesrete mübtela, istidadca ubudiyet-i
külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları
kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin!”[2]
“Evet hiç
mümkün müdür ki; insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi,
ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam
masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile onu tanımazsa.. “[3]
“Demek
hayvanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve marifet
kesbetmekle terakki etmek değildir ve aczini göstermekle meded istemek, dua
etmek değildir. Belki vazifesi; istidadına göre taammüldür, amel etmektir,
ubudiyet-i fiiliyedir.”[4]
“Demek
insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet
ve istidad itibariyle herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası
ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtır ve onun üss-ül esası da iman-ı
billahtır.”[5]
“Evet
hakikat-ı halde âyât-ı beyyinatın beyanıyla sabit olan: Bütün mevcudat,
herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri
gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye giden, bir duadır. Ya istidad
lisanıyladır. (Bütün nebatatın duaları gibi ki; herbiri lisan-ı istidadıyla
Feyyaz-ı Mutlak'tan bir suret taleb ediyorlar ve esmasına bir mazhariyet-i
münkeşife istiyorlar.) “[6]
“[İnsan
ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet câmi' bir istidad verildiği için;
esfel-i safilînden tâ a'lâ-yı illiyyîne, ferşten tâ arşa, zerreden tâ şemse
kadar dizilmiş olan makamata, meratibe, derecata, derekata girebilir ve
düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suuda giden iki
yol onun önünde açılmış bir mu'cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i
san'at olarak şu dünyaya gönderilmiştir.” [7]
“Eğer o
istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imanın ziyasıyla, ubudiyet toprağı
altında terbiye ederek, evamir-i Kur'aniyeyi imtisal edip cihazat-ı
maneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse; elbette âlem-i misal ve berzahta
dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet'te hadsiz kemalât ve nimetlere
medar olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-ı daimenin cihazatına câmi'
kıymettar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek
ve münevver bir meyvesi olacaktır.”[8]
“ O
Mâlik-ül Mülk'ün bir kısım hayvanatı var. Onları o şehrin, o sarayın binasında
bazı işlerde istihdam ediyor. Onlara yalnız bir yem veriyor. Onların da
istidadlarına muvafık işlerde çalışmaları onlara bir telezzüz veriyor. Çünki
bilkuvve bir kabiliyet ve bir istidad, fiil ve amel suretine girse; inbisat ile
teneffüs eder, bir lezzet verir ve bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sırdandır.
Şu kısım hizmetkârların ücret ve maaşları, yalnız yem ve şu lezzet-i
maneviyedir. Onunla iktifa ederler.”[9]
“Çünki
Süfyan'ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş
yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne
geçer. Amma onun naziri, şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı
siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan
uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı içtihad-ı
şer'î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın
kabulünden geri kalmıştır.”
“İşte o
zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler
Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih olduğundan; içtimaiyat-ı beşeriyenin
sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan
ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı,
şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval
ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey, ona bir muallim
hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin
ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki; yakın idi ki,
kesbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana... İşte şu tarzda fıtrî bir
ders alan bir müstaid, içtihada çalışmağa başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen
istidadı, "nurun alâ nur" sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda
müçtehid olurdu.” [10]
“ Hem
gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidadlar,
yine cismaniyettedir. “[11]
“İnsanda
olan hadsiz istidadat-ı maneviye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyulât dahi
israf edilmeyecektir….
…Beşerin
cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat ve o istidadatta mündemiç
olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş'et eden hadsiz
meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz
emellerden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat-ı insaniye, şu
âlem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü
dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor. İşte hiç yalan
söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu kat'î ve şedid ve sarsılmaz meyl-i saadet-i
ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dair vicdana bir hads-i kat'î veriyor.
“[12]
“Evet şu
dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine
müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet insanın cevheri
büyüktür. Öyle ise, ebede namzeddir. Mahiyeti âliyedir, öyle ise cinayeti dahi
azîmdir. Sair mevcudata benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz,
mühmel kalamaz, abes edilmez, fena-yı mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa
kaçamaz. Ona Cehennem ağzını açmış bekliyor. Cennet ise ağuş-u nazdaranesini
açmış gözlüyor.”[13]
“Kâinatta, bittecrübe herşeyin bir nokta-i kemali vardır. O şeyin, o
noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak
olur. Muzaaf iştiyak, incizab olur. Ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil;
Cenab-ı Hakk'ın evamir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe
ve nüve-i imtisalidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak
vücuddur. Hususî kemali, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir
vücuddur. İşte bütün kâinatın "Kün" emrine itaatı, birtek nefer
hükmünde olan bir zerrenin itaatı gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen
"Kün" emr-i ezelîsine mümkinatın itaatı ve imtisalinde, yine iradenin
tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab; birden, beraber mündemiçtir.”[14]
“Madem
Sâni'-i Hakîm her şey için o şeye münasib bir nokta-i kemal ve ona lâyık bir
mertebe-i feyz-i vücud tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale sa'yedip gitmek
için bir istidad vererek ona sevk ediyor. Ve bütün nebatat ve hayvanatta şu
kanun-u rububiyet cari olmakla beraber, cemadatta dahi caridir ki; âdi toprağa,
elmas derecesine ve cevahir-i âliye mertebesine bir terakkiyat veriyor.”[15]
“Âyine-i
kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbaniye ile bir tezahürdür ki; herkes istidadına ve
tayy-ı meratibde seyr ü sülûküne, esma ve sıfâtın tecelliyatına nisbeten cüz'î
ve küllî o Şems-i Ezelî'nin nuruna ve sohbetine ve münacatına mazhariyeti var.
Galib-i esma ve sıfâtın zılalinde giden velayetlerin derecatı bu kısımdan ileri
gelir.”[16]
“Madem
Sâni'-i Hakîm her şey için o şeye münasib bir nokta-i kemal ve ona lâyık bir
mertebe-i feyz-i vücud tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale sa'yedip gitmek
için bir istidad vererek ona sevk ediyor. Ve bütün nebatat ve hayvanatta şu
kanun-u rububiyet cari olmakla beraber, cemadatta dahi caridir ki; âdi toprağa,
elmas derecesine ve cevahir-i âliye mertebesine bir terakkiyat veriyor ve şu
hakikatta muazzam bir "Kanun-u Rububiyet"in ucu görünüyor.”[17]
“Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde
câmiiyet itibariyle en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde
istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecelli
kemalâtın nümunelerini gösteren ferd, en sevimlidir.”[18]
“Hem
Rabb-ül Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs'at-i
istidad verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve
hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtela olduğundan, bir rehber vasıtasıyla,
yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en
a'zamî bir derecede, en eblağ bir surette, Kur'an vasıtasıyla en ahsen bir
tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden,
yine bilbedahe o zâttır.”[19]
“Muhabbet-i İlahiyenin tecellisinde ve o şarab-ı muhabbetten herkes
istidadına göre mesttir. “[20]
“ey
bedbaht ehl-i dalalet ve gaflet! "Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi,
merhametsiz azab çekmektir." kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenab-ı
Hakk'ın zât ve sıfât ve esmasına sarfedilecek muhabbet ve marifet istidadını ve
şükür ve ibadat cihazatını, nefsinize ve dünyaya gayr-ı meşru bir surette
sarfettiğinizden, bil-istihkak cezasını çekiyorsunuz”[21]
“Hem
dünyayı, mezraa-i âhiret yüzünden sevmenin neticesi: Dünyayı fidanlık, yani
ancak fidanları bir derece yetiştiren küçük bir mezraası hükmünde olacak öyle
bir Cennet'i verecek ki: Dünyada havas ve hissiyat-ı insaniye, küçük fidanlar
olduğu halde, Cennet'te en mükemmel bir surette inkişaf ve dünyada tohumcuklar
hükmünde olan istidadları, enva'-ı lezaiz ve kemalât ile sünbüllenecek surette
ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu gibi, hadîsin nususuyla
ve Kur'anın işaratıyla sabittir”[22]
“Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehası,
birbiriyle barışır hem mezc u ittihadı.
O
deha ile bu hüda menşe'leri ayrıdır: Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı.
Hüda kalbde işliyor, dimağı da işletir.
Deha
dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, taneleri
sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.
İstidad-ı
kemali birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber.
Melek-sîma ediyor insan-ı himmetperver.
Deha
ise: Evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor.
İstidad-ı nefsanî neşvünema buluyor.
Ruhu
eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın sîmasını beşerde gösteriyor.
Ondan belaya
düştük. Zira âmâl, arzular, istidad ve hissiyat; daim ebedi ister. Onun yolunu
bilmezdik, bizden yol bilmemezlik, onda fizar ve niyaz.
Fakat
elhamdülillah, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad, ki daim hayat verir o
istidad, âmâle; tâ ebed-ül-âbâda onları eder pervaz.
Onlara
yol gösterir, o noktadan istidad hem istimdad ediyor, hem âb-ı hayatı içer, hem
kemaline koşuyor; o nokta-i istimdad, o şevk-engiz remz ü nâz.”[23]
“ O
şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere,
o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye edilir. “[24]
“Çünki
insan gerçi cahil, zulmetli bir şeydir amma, öyle bir istidadı vardır ki, âleme
bir enmuzec ve bir nümune olmaya liyakatı vardır. Hem o insanda öyle bir emanet
vedia bırakılmıştır ki, onun ile gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki
kuvvetler tahdid edilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Buna binaen küllî bir nevi
şuur sahibi olur ki, Sultan-ı Ezel'in azamet ve haşmetinin şaşaasını idrak
ediyor.”[25]
“Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî'nin
kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan
mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve
emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye
müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye
yollarını temin etmekle, re's-ül malımız olan istidadlarımızı
nemalandırmaktır.”[26]
“Ve keza
iman, Şems-i Ezelî'den ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi; saadet-i ebediyeden
de bir parıltıdır. Ve o parıltı ile, vicdanında bulunan bütün emel ve
istidadlarının tohumları, bir şecere-i tûbâ gibi neşv ü nemaya başlar, ebed
memleketine doğru hareket eder, gider.”[27]
“Saadet-i
ebediyeye işaret eden bürhanlardan biri de, insandaki gayr-ı mütenahî
istidadlardır. Evet Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i
ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidadlar var. Bu istidadların altında,
hesaba gelmeyen kabiliyetler var. Ve bunlardan neş'et eden hadde gelmeyen
meyiller var. Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat
var. İşte bunların herbirisi haşr-i cismanînin arkasındaki saadet-i ebediyeye,
şehadet parmaklarını uzatarak gösteriyorlar.”[28]
“İnsan
cismen küçük, zaîf ve âciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek
yüksek bir ruhu taşıyor ve pek büyük bir istidada mâliktir ve hasredilmeyecek
derecede meyilleri vardır ve gayr-ı mütenahî emeller sahibidir ve addedilemez
fikirleri vardır ve gayr-ı mahdud şeheviye ve gazabiye gibi kuvveleri vardır ve
öyle acaib bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün enva' ve âlemlere fihriste
olarak yaratılmıştır.
İşte
böyle bir insanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir; istidadlarını
inkişaf ettiren, ibadettir; meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir;
emellerini tahakkuk ettiren ibadettir; fikirlerini tevsi' ve intizam altına
alan, ibadettir; şeheviye ve gazabiye kuvvelerini hadd altına alan, ibadettir;
zahirî ve bâtınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale
eden, ibadettir; insanı mukadder olan kemalâtına yetiştiren, ibadettir; abd ile
Mabud arasında en yüksek ve en latif olan nisbet, ancak ibadettir. Evet
kemalât-ı beşeriyenin en yükseği, şu nisbet ve münasebettir.”[29]
“İbadetin
hilkat-ı beşere terettübü iki şeyden ileri geliyor: Ya insanlar ilk
yaratılışında ibadete istidadlı ve takvaya kabiliyetli olarak yaratılmışlardır.
Ve o istidadı ve o kabiliyeti onlarda gören, onların ibadet ve takva
vazifelerini göreceklerini kaviyyen ümid eder. Veyahut insanların hilkatinden
ve memur oldukları vazifeden ve teveccüh ettikleri kemalden maksad, ibadetin
kemali olan takvadır. لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ Şu cümle, her iki noktaya da
tatbik edilebilir. Yani istidad ve kabiliyetinizde ekilen veya vazife ve
hilkatinizden kasdedilen takvanın kuvveden fiile çıkarılması lâzımdır.”[30]
“Evet
zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha,
kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidadlara nazaran bu âlem-i şehadet
dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o aklın fikirlerini ve o
istidadların meyillerini tatmin ve temin edecek, âlem-i âhirettir. “ [31]
“Vakta ki
Cenab-ı Hak, hikmet-i ezeliye ile inayet-i ezeliyenin iktizasınca, insanların
kabiliyetlerinin tezahürünü ve istidadlarının neşv ü nemasını irade etmekle,
nev'-i beşeri imtihan ve tecrübeye tâbi' tuttu, zararları menfaatlara kattı,
şerleri hayırların içine attı, güzellikleri çirkinliklerle cem' etti; hepsini
birbirine karıştırarak kâinatın hamuru ile beraber yaratılış teknesinde
yoğurduktan sonra, kâinatı tegayyür, tebeddül, tekâmül kanunlarına tâbi'
tuttu.”[32]
“Bu da, yüksek
istidadları neşv ü nemalandırmakla pis istidadlardan temyiz içindir. Bu dahi,
sağlam fıtratları, mücahede ile bozuk ve hasta fıtratlardan ayırmak içindir.
Bunu da, imtihan-ı beşer istilzam ediyor. Bunu dahi, sırr-ı teklif iktiza
etmiştir. Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır.”[33]
“Sanki
Cenab-ı Hakk'ın ahdi; meşiet, hikmet, inayetin ipleriyle örülmüş nuranî bir
şerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmıştır. Bu nuranî şerit, kâinatta nizam-ı
umumî şeklinde tecelli ederek silsilelerini kâinatın enva'ına dağıtır iken, en
acib silsilesini nev'-i beşere uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidad ve
kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidadların terbiyesini ve
neticesini cüz'-i ihtiyarînin eline vermiştir. O cüz'-i ihtiyarînin yuları da
şeriatın ve delail-i nakliyenin eline verilmiştir. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk'ın
ahdini bozmamak ve îfa etmek, ancak o istidadları lâyık ve münasib yerlerine
sarfetmekle olur. Ahdin nakzı ise, bozmak ve parçalamaktan ibarettir.”[34]
“Beşerin
Arz'da hilafet-i kübraya mazhar olmasına evvelki âyetle delalet edilmiştir;
burada ise, bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i câmia olarak gösterilmiştir.
Bu da, ayrı ayrı istidadlara mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok
olduğundandır. Evet beşer, zahir ve bâtın havas ve duygularıyla, bilhâssa
derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.”[35]
“Cenab-ı
Hak Âdem'i (A.S.) bütün kemalâtın mebadisini tazammun eden âlî bir fıtratla
tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidad
ile halketmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duygu
ile teçhiz etmiştir; ve bu üç meziyet sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı
öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmayı kendisine öğretmiştir.”[36]
[3] Bediüzzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 29.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 134.
[5] Bediüzzaman Said Nursi,RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 134.
[6] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 135.
[7] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 136.
[8] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 137.
[9] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 153.
[10] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 213.
[11] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 221.
[12] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 233.
[13] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 235.
[14] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 237.
[15] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 250.
[16] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 254.
[18] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 260.
[19] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 262.
[20] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 285.
[21] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 289.
[22] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 297.
[23] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
Sözler, Nesil Yay.İst.1966, I. C. sf. 327.
[24] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
M.Nuriye, Nesil Yay.İst.1966,II.C. sf.1306.
[25] Bediüzzaman Said Nursi, RNK,
M.Nuriye, Nesil Yay.İst.1966,II.C. sf.1343.
[26] Bediüzzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İcaz, Nesil Yay.İst.1966,II.C. sf.1159.
[27] Bediüzzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İcaz, Nesil Yay.İst.1966,II.C. sf.1172.
[28] Bediüzzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İcaz, Nesil Yay.İst.1966,II.C. sf.1178.
[29] Bediüzzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İcaz, Nesil Yay.İst.1966,II.C. sf.1216.
[30] Bediüzzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İcaz, Nesil Yay.İst.1966,II.C. sf.1220.
[31] Bediüzzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İcaz, Nesil Yay.İst.1966,II.C. sf.1223.
[32] Bediüzzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İcaz, Nesil Yay.İst.1966,II.C. sf.1242.
[33] Bediüzzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İcaz, Nesil Yay.İst.1966,II.C. sf.1251.
[34]Bediüzzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İcaz, Nesil Yay.İst.1966,II.C. sf.1255.
[35] Bediüzzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İcaz, Nesil Yay.İst.1966,II.C. sf.1270.
[36] Bediüzzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İcaz, Nesil Yay.İst.1966,II.C. sf.1271.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder