BEDİÜZZAMAN ( r.aleyh) ONTOLOJİSİ
VARLIK
Ontoloji
kavramının keline anlamı varlık bilim. Ontoloji, günümüzde felsefenin bir alt
birimi oluyor. Genel felsefenin bir bölümü, bir şubesi halinde bulunuyor.
Varlığı varlık olması yönü ile inceleyen felsefe dalıdır. Bir felsefi ekolün
özünü, ontoloji anlayışı oluşturur.
Ontoloji,
varlık nedir? Geçekten var mıdır? Varlık bizim algıladığımızın aynısı mıdır?
Var edici var mıdır? Var edicisi varsa, var edicisi ile ilişkisi nasıldır?
Varlığın bir sonu var mıdır? Varlık nereye gitmektedir? Varlığın kaynağı nedir?
İlk varlık nedir? Varlığın ilk maddesi nedir? V.b. sorulara cevap arar. Bu
cevaplara göre farklı mezheplerin, farklı ontoloji fikirleri ortaya çıkar.
Hem genel
Dünya Düşünce tarihi içinde hem de İslam Düşünce tarihi içinde ontoloji
anlayışları farklı felsefi ekoller ortaya çıkmıştır.
İslam
Düşünce Tarihi içinde Kelamcılar, Felsefeciler, Mutasavvıflar, Selefiler ana
başlıkları altında farklı ontolojik fikir sahipleri bulunur. Bu ekollerin
farklı kolları olduğunu unutmamak gerekir.
İslam
Düşünce Ekollerinin ontolojilerinin temeli Allah- Evren ilişkisi olagelmiştir.
İslam ontolojisinin temeli Allah- Evren, Allah – İnsan, Allah- Eşya ilişkisi
çerçevesindedir. İlk dönem düşünürleri Allah- Evren ilişkisini yaratma
şeklinde, Halik- mahlûk ilişkisi çerçevesinde açıklamışlarsa da, daha sonra
diğer kültürlerden gelen çevirilerin etkisi ile farklı açıklamalar da
yönelmeler başlamıştır. Felsefeciler, Yunan felsefecilerini, mutasavvıflar İran
ve Hind irfanını önce İslami kavramlarla tekrarlamaya, daha sonra kendi
orijinal görüşlerini oluşturmaya başlamışlardır.
Dış
kültürlerin etkisi İslam âleminde uzun tartışmalara sebep olmuş. Mutasavvıflar
ve filozoflar eleştirilmiş. Diğer kültürlerin, İslam dışı düşüncelerini, İslam’a
dâhil etmekle, zındıklıkla, küfürle itham edilmişler. Mutasavvıflar ve
filozoflar kendilerine yönelen eleştirileri cevaplamış ve karşı eleştirilerde
bulunmuş. Daha sonra bu tartışmalar anlamını kaybetmiş. Felsefe ve tasavvuf
İslam İlimleri içindeki yerini almış.
Günümüzde de
bu ekoller Allah – evren ilişkisini, tarihi süreç içinde meydana gelen birikim
ışığında açıklamaya çalışıyor. Geçen süreç içinde felsefe, tasavvuf ve kelam
birbirinden etkilenmiş ve günümüzde bu ilimlerin metotlarını sentezleyen anlayışlar
ortaya çıkmıştır. İran, Hindistan ve Pakistan’da işrakilik, bu sentezle, modern
ilimlerin verilerini de kullanarak oldukça dinamik bir ontoloji anlayışı ortaya
koymuştur.
Bediüzzaman
‘da (r.aleyh) kendinden önceki bilgileri derleyerek Kur’an-ı hakim merkezli ve
kendine has bir ontoloji oluşturmuştur.
Diğer
düşünürlerde olduğu gibi Bediüzzaman’da da ( r.aleyh) düşünce sisteminin
temelini ontoloji anlayışı belirler.
Sistemin diğer öğeleri ontoloji üzerine oturur. Daha doğrusu ontoloji
anlayışı düşünce sisteminin omurgasını, iskeletini oluşturur. Diğer düşünceler bu omurganın, iskeletin
şekline uyum sağlayarak şekillenir.
İslam
Düşünce Dünyasında bazı akımlar varlığı, vacib-ül- vücud ve ma sivahu olarak
ikiye ayırmış ve ma sivanın gerçek varlığını kabul etmemişler.
Ontolojinin cevaplaması gereken ilk soru da budur. Varlık var mıdır, yok mudur? Cevap var
ise sonraki soru, nasıl var olmuştur? Bir var edicisi var mıdır? Varsa, nasıl
var etmiştir? Niçin var etmiştir? Ve sonraki soruların cevaplarına göre yeni
sorular…
Bediüzzaman’ın
( r.aleyh) ontoloji anlayışını incelemeye ilk soru ile başlayalım : ” Ehl-i vahdet ül- vücudun dedikleri
gibi :” mevcudat, evham ve hayal” değil. Görünen eşya dahi, cenab-ı Hakkın
asarıdır. “ heme ost” değil, heme ez ost “ tur. Yani her şey O değil, belki her
şey Ondandır. Çünki hadisat, ayn-ı kadim olamaz.”[1]
“
Bütün eşyanın, Onun icadıyla bir vücud-u arizisi vardır. Ve o vücüt çendan
Vacib ül- vücudun vücuduna nisbeten gayet zaif ve kararsız bir zıll, bir
gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenab-ı Hak, hallak ismiyle vücud
veriyor ve o vücudu idame ediyor.”[2]
“
İ’lem eyyühe’l- aziz! Vücut nevinde tezahüm yoktur. Yani, pek çok alemler,
haller, vücut sahnesinde içtima eder birleşir.
Bu
maddi vücudun bir habbesi, bir parçası, o misali vücudun bir alemini içine
alabilir.
Çünkü
mümkinatın vücudu, vacibin nurundan bir gölge olduğu cihetle, vehmi bir
mertebededir. Vacibin emriyle vücud-u hariciyeye girer. Sabit ve mustakar
kalır. Demek mümkinatın vücudu bizzat hakiki bir vücud-u harici olmadığı gibi,
vehmi veya zail bir zıllde değildir. Ancak, Vacib ül- Vucudun icadıyla bir
vücuttur.”[3]
Bediüzzaman
( r. aleyh.) mevcudatın varlığını reddetmez. Yukarıdaki paragrafta konunun
ayrılmaz bütünlüğünden dolayı birkaç sorunun cevabının iç içe geçtiğini
görüyoruz. Biz şimdilik ilk sorunun cevabını takip ediyoruz. Bediüzzaman (
r.aleyh) varlığın varlığını teslim ediyor. Varlık bir hayalden ibaret değil.Allah’a
(c.c.) bağımlı, Allah’ın (c.c.) varlığına nispetle zayıf bir varlık.
Bediüzzaman
( r.aleyh) varlığı beş duyu ile algılanan maddi varlıkla sınırlı olmadığını
belirtir. Varlığı iç içe tabakalar halinde, değişik yoğunlukta biçimleri
olduğunu söyler.
“
Vücut mertebeleri muhteliftir. Ve vücut âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı
oldukları için, vücutta rusuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o
tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab
eder. Mesela, âlem-i şahadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza,
âlem-i manadan bir kütüphane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i hariciden olan
tırnak kadar bir ayine-i vücudun âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine
alır. Ve o âlem-i hariciden olan o ayna ve hafızanın şuurları ve kuvve-i
icadiyeleri olsaydı, bir zerrecik vücud-u haricileri kuvvetiyle, o vücud-u
manevide ve misalide hadsiz tasarrufat ve tahavvülat yapabilirlerdi. Demek,
vücut rusuh peyda ettikçe, kuvvet ziyadeleşir; az bir şey, çok hükmüne geçer.
Hususan vücut rusuh-u tam kazandıktan sonra, maddeden mücerred ise, kayıd
altına girmezse, o vakit cüz’i bir cilvesi, sair hafif tabakat-ı vücudun çok
âlemlerini çevirebilir.”[4]
“
Mevcudat, şu âlem-i şahadete münhasır değildir… belki daha çok tabakat-ı vücut
vardır ki, alem-i şahadet onlara nispeten munakkaş bir perdedir.”[5]
“
İ’lem eyyühe’l- aziz! Şu âlem, görünen ve görünmeyen bütün tabakat ve envaiyle
…”[6]
Elbette,
insanı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i
cismaniyetten başka âlemler var”[7]
Bediüzzaman
( r.aleyh) varlığın türlerinden ve tabakalarından bahseder.
“Yetmiş
bin perde tabir olunan berzah-ı esma ve tecelli-i sıfat ve ef’al ve tabakat-ı
mevcudatın arkasına kadar kat-ı meratip edecektir.”[8]
“
İ’lem eyyühe’l-aziz! Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehruba,
âlem-i elektirik, âlem-i cezb, âlem-i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi
âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepside ihtilalsız
müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler.”[9]
Yetmiş bin
âlem birbiri içinde yer darlığı olmaksızın yerleşir. Âlem bir soğan gibi iç içe
farklı âlemlerden oluşur. Bu farklı âlemler bir bütünlük içine birbirini
etkiler. Tüm âlem tek bir canlı gibi hareket eder.
“
Keza, vücud-u harici, vücud-u misaliden daha sabit, daha muhkemdir. Vücud-u
hariciden bir nokta, vücud-u misaliden bir dağı i.ine alabilir. Kezalik,
vücud-u vucubi daha kavi, daha rasih, daha sabittir. Beklide vücud-u hakiki,
vücud-u harcici ondan ibarettir.”[10]
Manevi
âlemler maddi âlemlerin içine yerleşir. Geniş manevi evrenler dar maddi
âlemlere sığar. Birçok manevi âlem bir maddi âleme sığar.
“Evet,
kâinatın ayna gibi iki yüzü var. Biri mülk ciheti ki, aynanın renkli yüzüne
benzer. Diğeri melekutiyet ciheti ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti
ki, zıtların cevelangahıdır. Melekutiyet ciheti ise, her şeyde parlaktır,
temizdir.”[11]
Vücut ve
âlem kavramları bazen izafet halinde kullanılır.
Vucud-u
arizi, vücud-u cismani, vücud-u daimi, vücud-u hakiki, vücud-u harici, vücud-u
hissi, vücud-u ilmi, vücud-u misali, vücud-u manevi, vücud-u şahsi, vücud-u
vacib, vücud-u zahiri, vücud-u vucubi, vücud-u zılli, vücud-u zihni.
Âlem-i suver ve misal, âlem-i
imkani, âlem-i zuhur, âlem-i zihni, âlem-i zılli, âlem-i gayb ve şahadet,
âlem-i vücud, âlem-i âdem, âlem-i ervah, âlem-i nur, âlem-i berzah, âlem-i
hakikat, âlem-i mana, âlem-i batın, âlem-i zahir, âlem-i maddiyat, âlem-i
latif, âlem-i emir, âlem-i mülk ve melekût, âlem-i misal, âlem-i fani, almem-i
baki, âlem-i tagayyür, âlem-i cismani, âlem-i ulvi, âlem-i süfli, âlem-i nur-u
envar, âlem-i mubsırat, âlem-i kesif, âlem-i kesret, âlem-i vahdet, âlem-i
kevn-u fesat v.b
[1] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 384.
[2] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 385.
[3] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1334.
[4]Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 462.
[5] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 228.
[6] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1344.
[7] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 257.
[8] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1335.
[9] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1337.
[10] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 384.
[11] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 237.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder