23 Kasım 2015 Pazartesi

ESMA-İ İLAHİYYE

BEDİÜZZAMAN ONTOLOJİSİ

ALLAH

ESMA-İ İLAHİYYE 
            
   Sıfat dairesinden sonra esma dairesi gelir. Esma sıfattan neşet eder. Esmanın mebdei, madeni sıfatlardır.
            
   “ İsim, Cenab-ı Hakkın zati isimleri olduğu gibi, fiili isimleri de vardır. Bu fiili isimlerin Gaffar ve Rezzak, Muhyi ve Mumit, gibi pek çok nevileri vardır.
            
   S- Bu fiili isimlerin kesretle tenevvüü neden meydana geliyor?
            
 C- Kudret-i Ezeliyenin, kâinattaki mevcudatın nevilerine, fertlerine olan nispet ve taallukundan husule gelir.”[1]
             
   “ Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Halikı olan Zat-ı Zülcelalin, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve unvanları ve Esma-ı Hüsnası vardır.”[2]
            
   Bediüzzaman ( R.aleyh) Allah’ın (c.c.) isimlerinin hükümleri,  namları, unvanları farklı sayısız ismi olduğunu belirtir. İsimlerin farklılığının, evrendeki varlıkların farklılıklarından kaynaklandığını belirtir. Allah (c.c.) varlıklar üzerindeki tasarruflarını isimleri aracılığı ile tahakkuk ettirir. Varlıkların farklılığı, farklı isimleri gerektirir.
            
   “Nasıl ki bir sulatanın kendi hükümetinin dairelerinde ayrı ayrı unvanları ve riayetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alametleri vardır. Mesela, adliye dairesinde hâkim-i adil ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı azam ve ilmiyede halife – daha buna kıyasen sair isim ve unvanlarını bilsen anlarsın ki, bir tek padişah, saltanatının dairelerinde ve taka-i hükümet mertebelerinde ve tabaka-i hükümet mertebelerinde bin isim ve unvana sahip olabilir.
              
   Kâinatın her bir âleminde, her bir taifesinde Esma-i Hüsna’dan bir ismin unvanı tecelli eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tabidirler, belki onun zımnında bulunurlar.”[3]
            
   Kâinat, âlemlerden oluşur. Her âlemde ayrı bir ismin unvanı tecelli eder. Âlemler sayısınca isim bulunur.
            
   “ Madem perdelerin birbirine temaşa eder pencereleri var. Ve isimler birbiri içinde görünüyor. Ve şuunat birbirine bakar. Ve temessülat birbiri içine girer. Ve ünvanlar birbirini ihsas eder. Ve zuhurat birbirine benzer. Ve tasarrufat birbirine yardım edip itmam eder.”[4]
            
   “ i’lem eyyühel-aziz! Cenab-ı Hakkın ef’ali birbirine münasip, asarı birbirine müşabih, esması birbirine ayna ve ma’kes, sıfatı birbirine mütedahil,şuunat-ı memzuc…”[5]
            
   “ İ’lem eyyühel-aziz! Esma-ı Hüsnanın her birisi ötekileri icmalen tazammun eder: ziyanın elvan-ı sebayı tazammun ettiği gibi. Ve keza, her birisi ötekilere delil olduğu gibi, onların her birisine de netice olur. Demek, Esma-ı Hüsna, mirat ve ayna gibi birbirini gösteriyor.”[6]
            
   “ Hayat sıfatı bütün sıfatların esası ve menbaı ve İsm-i Azamın masdarı ve medarı olmuştur.”[7]
            
   Daha evvelde belirtildiği gibi, Allah’ın (c.c.) şuunatı, sıfatları, isimleri birbiri içine geçmiş ve zatında erimiştir. Allah (c.c.) bütün isimleri zatında toplar.
            
   “ Kur’an, İsm-i Azamdan ve her ismin azamlık mertebesinden gelmiş.”[8]
           
  “ …İsm-i Azamın tecellisine ve her isimde bulunan ism-i Azamlık mertebesinin tecellisine mazhar…”[9]
            
   “ …o kelamullah ism-i Azamdan, Arş-ı Azamdan Rububiyetin tecelli-i Azamından nüzul edip …”[10]
            
   “ Çünkü hakikat-ı haşr ve kıyamet ism-i Azamın ve bazı esmanın derece-i azamının mazharıdır.”[11]
           
   “ İsm-i Azamı taşıyan altı isim.”[12] Kuddüs, Adl, Hakem, Ferd, Hayy, Kayyum.
            
   Bediüzzaman (R.aleyh) isimleri mertebeleri yönünden farklı mertebelerde değerlendirir. Allah’ın (c.c.) isimlerinden birinin, İsm-i Azam olduğunu belirtir. Bazı yerlerde İsm-i Azamın kişilere göre değiştiğini belirtir. İsm-i Azamı, sadece Allah ( c.c.) bilir.
            
   Ayrıca her ismin kendi içinde azam mertebesi bulunur. Her ismin azam metresinden en aşağı mertebesine kadar yetmiş bin mertebe bulunur. Barla Lahikasında bir öğrencisinin sorusuna verdiği cevapta konu ile ilgili bir cümleyi aktarıyoruz:” Fakat her isminde azami bir mertebesi var ki, o mertebe ism-i azam yerine geçiyor.” 
            
   “ Onun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zülmani ve nurani, yani maddi ve ekvani ve esmai ve fıfati yetmiş binler hicaptan geçmek, her ismin binler husisi ve külli derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfatında mürur edip ta ism-i Azamına mazhar olan arş-ı azmına uruç etmek, eğer cezb ve lütuf olmazsa binler sene çalışmak lazım gelir. Mesela, sen ona Halık ismiyle yanaşmak istersen, senin Halikın hususiyetiyle, sonra bütün insanların Halıkı cihetiyle, sonra bütün zihayatların Halıkı ünvanıyla, sonra bütün mevcudatın Halıkı ismiyle münesabattarlık lazım gelir.”[13]
            
   Allah’ın (c.c.) İsim ve sıfatlarının evrendeki tasarrufları sonucu evrendeki varlıkların mertebeleri meydana çıkar.
           
   “ her vakit tecelliyatı tazelenmekte olan şuunat-ı esma-ı ilahiyenin manilerini ifade için…”[14] Şuunat-ı ilahiye, şuunat-ı rububiyyet tabirleri de kullanılmaktadır.
            
   Yukarıdaki paragrafta ve aşağıda gelecek paragraflarda, Allah’ın (c.c.) zatı için bahsedilen şuunatın, isimler içinde kullanıldığını görüyoruz. Her ismin kendine layık şuunatı bulunduğu belirtilmektedir.
            
   “Binbir esmai-i ilahiyenin her birinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemal ve fazl ve kemal bulunduğu gibi, pek çok meratib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve Kibriya vardır.”[15]    
            
   “ Cemil-i Zülcelalin nihayet derecede güzel olan Esma-ı Hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.
            
   Eğer Cemil-i Zülcelalin esmasındaki hüsünlerin mevcudat aynalarında bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayali gözle bak. Ve hem bil ki, rahmaniyet, rahimiyet, hâkimiyet, adiliyet gibi tabirler, Cenab-ı hakkın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işret ederler.”[16]
            
   Yukarıdaki bir paragrafta değinildiği gibi, isimler bir başka açıdan zati ve fiili isimler olarak ikiye ayrılır.
            
   “ Cenab-ı Hakkın zati isimleri olduğu gibi fiili isimleri de vardır. Bu fiili isimlerin Gaffar ve Rezzak, Muhyi ve Mümit gibi pek çok nevileri vardır.”[17]
            
   Emirdağ Lahikasında yukarıdaki paragrafın şerhi niteliğinde şu açıklama yapılır:” Biliniz ki, Zat-ı Vacib-ül Vücudun binbir hüsnasından bir kısmına esma-ı Zatiye denilir ki, her cihetle Zat-ı akdesi gösterir. Onun adı ve unvanıdır. Allah, Ahad, Samed,Vacib- ül Vücud gibi çok esma var. Bir kısmına da Esma-ı fiiliye tabir edilir ki, çok nevileri var. Gaffar, Rezzak, Muhyi, Mumit, Muim, Muhsin.”
            
   Aşağıdaki paragraflarda ise İsimlerin varlığa etkileri bahsedilmektedir. İnşallah bu konu ilerde daha ayrıntılı incelenecek.
            
   “ …o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemalat ve ayrı ayrı cemaller ve çeşit çeşit güzellikler, Sani-i Zülcelalde olan fiillerin, isimlerin ve sıfatların ve şe’nlerin ve Zatının kendilerine mahsus, münasip ve layık vacibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarak hadsiz kemalatlarına ve nihayetsiz cemallerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkinde güzelliklerine gayet sarih şehadet ve gayet kati delalet ederler.”[18]
            
   “ Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır; ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır; ve suret haikaka istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddi ve cismani olan alem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lafızdır, bir surettir; alem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-ı ilahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, canlanır, ona bakar güzelleşir. Bütün maddi güzellikler kendi hakikatlerinin ve manalarının manevi güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise esma-ı ilahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir.”[19]



[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst.1966, C II. sf.1160
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.71.
[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.143.
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.143.
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, C II. sf. 1333
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, C II. sf. 1331.
[7] ediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.917
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.51
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.39
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.130
[11] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.146
[12] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.797
[13] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.75

[14] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.249
[15] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.285
[16] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.881
[17] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst.1966, C II. sf.1160
[18] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.880
[19] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.881

ALLAH’IN ( C.C.) SIFATLARI

BEDİÜZZAMAN  ONTOLOJİSİ

ALLAH

ALLAH’IN ( C.C.) SIFATLARI
            
   Allah’ın ( c.c.) şuun-u Zatiyesinden sonraki mertebe sıfat mertebesidir. Allah’ın (c.c.) sıfatları, isimlerin menşei, madeni iken, kendisi de şuunat-ı zatiyeden neşet eder.
            
   “ Ey arkadaş! sani-i Zülcelâl, Vahid ve Vacibü-l Vücud olduğu gibi, bütün sıfat-ı Kemaliye ile de muttasıftır. Zira âlemde ve masnuatta bulunan kamalat tamamıyla saniin kemalinden tecelli eden gölgeden muktebestir. Öyleyse, Sanide bulunan cemal, kemal, hüsün umum kâinatta bulunan umum cemallerden, kemallerden, hüsünlerden gayr-ı mütenahi derecelerle yüksektir.
            
   Ve keza, Sani-i Zülcelâl, bütün nevakıstan pak ve münezzehtir. Çünkü noksaniyet, maddiyatın mahiyetlerindeki istidadın kılletinden ileri gelir. Hâlbuki Cenab- Hak maddiyattan değildir.”[1]
            
   Kâinattaki tüm güzelliklerin, olgunlukların kaynağı, Allah’ın  (c.c.) kemal ve cemalidir. Kâinattaki varlıklar kabiliyetleri nispetinde bu cemal ve kemale mazhar olur.
            
   “ i’lem eyyühel-aziz! Cenab-ı Hakkın ef’ali birbirine münasip, asarı birbirine müşabih, esması birbirine ayna ve ma’kes, sıfatı birbirine mütedahil,şuunat-ı memzuc…”[2]
            
   Daha önce de alıntıladığımız bu parağrafta, Allah’ın (c.c.) zatında bu sıfatlar birbirine müdahil, iç içe olarak tanımlanmakta.
            
    “ Çünkü hayat pet çok sıfatın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır… Demek hayat bir nokta-i mihrakiye hükmünde, muhtelif sıfat birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir.”[3]
            
    Allah’ın (c.c.), hayat sıfatı diğer sıfatlarını birleştirir. Birbiri ile irtibatlandırır. Bir sıfat kendisi aynı kalarak diğer sıfatları içerir.
             
  “ الرحمان الرحيم   Bu iki sıfatın Lafza-i Celalden sonra zikirlerini icap eden münasebetlerden birisi şudur ki:
           
    Lafza-i Celalden, celal silsilesi tecelli ettiği gibi bu iki sıfattan dahi cemal silsilesi tecelli ediyor.
            
   İkincisi: Cenab-ı Hakkın ismi, zat- Akdesine ayn olduğu cihetle, lafza-i Celal sıfat-ı ayniyeye işarettir.   الرحيم de, fiili olan sıfat-ı gayriyeye imadır. الرحمان dahi, ne ayn nede gayr sıfat-ı sebaya remizdir.”[4]
            
   Besmelenin tefsirinde, lafzatullahtan الله sonra gelen rahman ve rahim sıfatlarının, celali sıfatlardan sonra cemali sıfatları ifade ettiği belirtilir. Özel isim olan الله  ismi zati sıfatlara, hem isim hem de sıfat anlamlı   الرحمانismi, ne zatın aynı ne de gayrı sıfatlara, sadece sıfat anlamlı  الرحيم ismi zatın gayrı isimlere işaret eder.
            
    “ Arkadaş! Cenab-ı hakkın sıfat-ı ezeliye âleminde biri celali, diğeri cemali, iki tür tecellisi vardır.
            
    Celal ile cemalin sıfat-ı ef’al âleminde tecellisinden lütuf ve kahır, hüzün ve heybet tezahür eder.
            
    Ef’al âlemine tecelli edince تحلية  ile  تخلية , tezyin ile tenzih doğar.
           
    Asar ve a’mal âleminden âlem-i ahrete intiba’ edince, lütuf cennet ve nur olarak, kahır da cehennem ve nar olarak tecelli eder.
            
   Sonra âlem-i zikre in’ikas edince, biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır.
            
   Sonra âlem-i kelamda tecelli edince, kelamın emir ve nehye taksimine sebep olur.
            
   Sonra âlem-i irşada intikal edince, irşadı terhib ve tergib, tebşir ve inzara taksim eder.
            
    Sonra vicdana tecelli edince, reca ve havf husule gelir.”[5]
            
   “ Şu kâinata dikkat edilse, görünüyor ki, içinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış kök atmış: hayır-şer, güzel-çirkin, nef’-zarar, kemal- noksan, ziya- zulmet, hidayet- dalalet, nur-nar, iman- küfür, taat-isyan, havf-muhabbet, gibi asarlarıyla, meyveleriyle, şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor, daima tagayyür ve tebeddülata mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıt olan dalları ve neticeleri ebede gidecek, temerküz edip birbirinden ayrılacak, o vakit cennet – cehennem suretinde tezahür edecektir.
            
    Madem âlem-i beka, âlem-i fenadan yapılacaktır. Elbette, anasır-ı esasiyesi bekaya ve ebede gidecektir. Evet, cennet ve cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecelligahıdır ki, dest-i kudret bir hareket-i şedide ile çalkaladığı vakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır.”[6]
            
   Cemali ve celali sıfatların tecellilerinin türlerini, şümulünü ve sonuçlarını açıklayan iki paragraf sunduk. Bu paragraf,  Bediüzaman’ın (R.aleyh) önemli fikirlerinin, düşüncelerinin çıkış noktasını ifade ediyor.
            
    “ Eğer Cemil-i Zülcelalin esmasındaki hüsünlerin mevcudat aynalarında bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü küçük bir bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayali gözle bak. Ve hem bil ki, rahmaniyet, rahimiyet, hâkimiyet, adiliyet gibi tabirler, Cenab-ı Hakkın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine, işaret ederler.”[7]
            
    “ Ve keza, kâinatı müştemilatı ile beraber içine alan pek geniş bir merhamet görünüyor. Bu merhamet, rahmet, hikmet, inayet, in’am gibi çok sıfatları tazammun ediyor.”[8]
            
    “ Esma-i ilahiye ve sıfat-ı kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibariyle hadsiz meratip bulunabilir. Hâlbuki Cenab-ı hak, o sıfat ve esmanın mümkün ve mütasavver bütün meratibinin en ekmelinde, en ahsenindedir.”[9]
            
   “ …Esma-ı Hüsna’dan ve perdesinin arkasında, sıfat-ı seb’a-i kudsiyenin ilmelyakin, belki aynel yakin, belki hakkal yakin derecesinde vücutları ve tahakkukları anlaşılır… ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfat-ı Sübhaniyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsi sıfatların madeni ve mevsufu olan ezeli ebedi bir Zat-ı Zülcelalin… ve yedi sıfat-ı subutiye olan hayat, ilim, kudret, irade, sem’, basar, ve kelam sıfatlarının celalli ve cemalli tecellileri ile tanıttırır, bildirir…
            
   Evet, nasıl ki, kelam sıfatı, vahiyler ve ilhamlarla Zat-ı Akdesi tanıttırır. Öyle de, kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san’atlı eserleriyle o Zat-ı Akdesi bildirir ve kâinatı baştanbaşa bir Furkan-i cismani mahiyetinde gösterip bir kadir-i Zülcelali tavsif ve ta’rif eder.
           
   Ve ilim sıfatı dahi hikmetli, intizamlı, mizanlı, olan bütün masnuat miktarınca ve ilimle idare ve tedbir ve temyiz edilen bütün mahlûkat adedince, mevsufları olan bir tek Zat-ı Akdesi bildirir.
            
   Ve hayat sıfatı ise aynaları olan bütün zihayatları şahit göstererek zat-ı kayyumu bildirir. Bu kıyasla, görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi, her biri birer kâinat kadar Zat-ı Akdesi bildirir, tanıttırır.[10]
            
   Allah’ın  (c.c.) bazı sıfatları bu sıfatların özellikleri ve tezahürlerinden bahseden paragrafları da bu şekilde alıntılamış olduk.



[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1219
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1333
[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 311
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1161
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1182
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 239
[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 881
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1301
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 281
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 917

ŞUUNAT-I ZATİYE (C.C.)

BEDİÜZZAMAN  ONTOLOJİSİ

ALLAH

ŞUUNAT-I ZATİYE (C.C.)
             
     “ …fakat “   وله المثل الاعلى في السماوات والارض وهو العزيز الحكيم  “ sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına, ve sıfat ve esmasına bakılır. Demek, mesel ve temsil şuunat nokta-i nazarında vardır.”[1]
           
    Allah’ın (c.c.) ,Zat mertebesinden sonra Şuun-u Zati mertebesi gelir. Bu mertebe tam mahiyeti ve hakikati ile bilinemese de temsil ve mesel ile anlamına yaklaşılabilir. En azından temsil ve mesel ile ifade edilip üzerinde konuşulabilir.
            
    Diğer İslam Âlimlerinin daha çok üzerine eğildikleri zat mertebesi, Bediüüzaman’ın ( R.aleyh) eserlerinde fazla yer işgal etmez. Bunu yerine O, Şuun-u Zatiye mertebesi üzerinde durur. Ontolojisini nerede ise bu mertebe üzerine kurar. Diğer İslam Âlimlerinde bu mertebe bu denli yer almaz. Bu mertebeden neredeyse bahsedilmez.
              
    “  …o sanat sahibinin ‘ şuun-u zatiye ‘ denilen kabiliyet ve istidad-ı zatiyesinin mükemmeliyetini gösterir.”[2]
            
     “ Ve kabiliyet-i zatiye ( tabir edemediğimiz) o mükemmel şuun-u zatiye …”[3]
                        
     “ Malumdur ki, mevzun ve muntazam ve mükemmel ve güzel sanatlar, gayet güzel bir programa istinad eder. Mükemmel ve güzel program ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delalet eder.”[4]
            
     “ …Ve o kemal-i sanat ve sıfat, bilbedahe, o ustanın kemal-i istidadına ve kabiliyetine delalet eder.”[5]
            
     Paragraflardaki şuunat-ı zatiye, temsilde geçen ustaya aittir. Bu temsilden hakikate geçildiğinde aynı kavramlar Allah (c.c.) için kullanılır. Aşağıda paragraflarda da belirtileceği gibi buradaki ifadeler hakikatin yerini tutmuyor. Allah (c.c.) için söylenenler eksik kalıyor. Ancak bu paragraflardaki şuunat-ı zatiye ifadeleri ile Allah’ın (.c.c) kendine layık ve sadece kendisinin bildiği, kabiliyeti, yeteneği, âlemlerden müstağni hüsn-ü niyeti, düşüncesinin mükemmelliği ifade ediliyor. Allah (c.c.) sıfatlarının mebdei, menşei bu mertebedir. Sıfatların mükemmelliği karakterin, kabiliyetin, istidanın, kişiliğin mükemmelliğine bağlıdır. Kişiliksiz, karaktersiz birinden cesaret beklenemez.
            
     Şuun-u zatiye, Allah’ın Zat mertebesi ile sıfat mertebesi arasında bulunur. Sıfatlar Şuun-u Zatiyeden kaynaklanır. Şuun-u Zatiye, bu nedenle Zat mertebesinden ilk tecellidir.   Allah’ın Zatı tam bir bilinmezlik perdesi içinde iken, şuunatı-ı zatiye bilinebilir. Bununla beraber şuun-u Zatiye Allah’ın zatının aynısıdır.
            
     “ i’lem eyyühel-aziz! Cenab-ı Hakkın ef’ali birbirine münasip, asarı birbirine müşabih, esması birbirine ayna ve ma’kes, sıfatı birbirine mütedahil,şuunat-ı memzuc…”[6]
            
   Yukarıda ki paragrafta da belirtildiği gibi Allah’ın fiilleri, isimleri, sıfatları, şuunatı münasib, müşabih, mütedahil ve memzuçtur. Hepsi Allah’ın zatında yukarıdaki halde mevcuttur.
            
   Aşağıdaki paragraflarda ise Şuunat-ı Zatiyenin başka boyutuna geçilir. Konunun zorluğundan dolayı gerekli görülen tedbir ifadeleri sık sık tekrarlanır.
             
    “ Bu gelecek Beş İşarette, şuunat-ı rububiyeti rasat etmek için, birer sönük, küçük dürbün nevinden birer temsil yazılacaktır. Bu temsiller şuunat-ı rububiyetin hakikatini tutamaz, ihata edemez, mikyas olamaz, fakat baktırabilir. O gelecek temsilatta ve geçen remizlerde Zat-ı Akdesin şuunatına münasip olmayan tabirat, temsilin kusuruna aittir. Mesela lezzet ve sürur ve memnuniyetin bizce malum manaları, şuunat-ı mukaddeseyi ifade edemiyor; fakat birer unvanı mülahazadır, birer mirsad-ı tefekkürdür.”[7]
            “ … Zatı kudsiyetine layık ve vücub-u vücuduna münasip o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak, hadsiz derecede – tabirde hata olmasın- bir aşk-ı lahuti, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye o hayat-ı akdetse var ki, o şuunat böyle hadsiz bir faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakiyetle kâinatı daime tazelendiriyor, çalkalandırıyor, degiştiriyor.”[8]
            
    “… şuunat- ı İlahiyeyi ‘ memnuniyet-i mukaddese, ‘ iftihar-ı kudsi’, ve lezzet-i mukaddese gibi isimlerle işaret edilen maani-i rububiyyetdir ki, bu daimi faaliyeti ve mütemadi hallakiyeti iktiza eder.”[9]
            
    “ …Zat-ı Hayy-u kayyumun şuunat-ı kudsiyesine aynadarlık eder. Mesela, o hassasiyet içinde, sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müreffeh olmak gibi manalarla – Zat-ı Akdesin kudsiyetine ve gınay-ı mutlakına münasip ve layık olmak şartıyla- o neviden olan şuunatına aynadarlık eder.”[10]
            
    “ …Ona layık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona layık bir şuunatla tabir edilen ulvi, kudsi, güzel, münezzeh, manaları vardır. Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye, tabir edilen izn-i şer’i olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuunatı vardır…”[11]
                       
    “ …ve muhabbet ve gazap ve şefkat gibi şuunatını anladım.
            
    Ne kadar fevkalade sehavetli, merhametli, sanatkâr, ne derece harka iktidarlı - tabirde hata olmasın -maharetli hüşyar, işgüzar olduğunu… “[12]
            
    Yukarıdaki paragraflarda ise Şuunat- Zatiye kavramı ile yine sadece Allah’ın bilebileceği kendine has duygularının ifade edildiğini söyleyebiliriz. Hemen aşağıdaki paragrafta da vurgulandığı gibi bütün ukul-u beşer birleşse şuunat-ı zatiye tabir edilen mananın künhünü idrak edemez.
           
     “ …ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla tabir edemediğimiz maani-i mukaddese ve şuun-u münezzeh o derece âli ve mukaddestir ki, bütün ukul-u beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihata edemez.”[13]
            
    Yukarıdaki paragraflardan anlaşıldığı gibi, Bediüzzaman ( R.aleyh ) şuunat-ı zatiye kavramı ile Allah’ın tabir caizse kendine layık kabiliyetini, istidadını ve duygularını – sevgi, memnuniyet, suru v.b.- ifade ediyor. Allah’ın (c.c.) kendine layık yetenekleri, kabiliyetleri ve duyguları mevcuttur. Sıfatlar buradan kaynaklanır.
           
    Daha sonra göreceğimiz gibi – inşallah- Allah’ın evreni yaratması, yaratılışın sürekliliği, cennet ve cehennemin gerekliliği ve devamı bu mertebe ile sıkı sıkıya ilişkilidir.
            
  Zat mertebesinin kâinatla ve insanla hiçbir ilgisi, alakası yoktur. Allah (c.c.) zat mertebesinde hiçbir hareketliliğe ihtiyaç duymaz. Hiçbir tecellisi yoktur. Evrenle, varlıkla ilgi bu mertebede başlar. Allah’ın ( c.c.) bilinmeyi sevmesi, görmeyi ve görünmeyi istemesi bu mertebededir. Varlıkları yaratıp merhamet etmesi, yukarıdaki hedeflerin gerçekleşmesi için varlıkları ahret âleminde ebedi kılması bu mertebeden kaynaklanır.



[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 634
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 129
[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 306
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 283
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 283
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1333
[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 483
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 822
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf.823
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf.827
[11] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 284
[12] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 878
[13] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 284