19 Kasım 2015 Perşembe

ALLAH’IN (C.C.) ZATI


BEDİÜZZAMAN  ONTOLOJİSİ

ALLAH

ALLAH’IN (C.C.) ZATI
            
    Bediüzzaman’in  ( R.aleyh) Allah (c.c.) tasavvuru fiil, isim, sıfat, suun, zat mertebelerini içerir. Bu mertebelerde Allah’ın (c.c.) gayrı bulunmaz. Bu mertebelerinde, zat mertebesi dışında diğer mertebelerin, kendi içinde farklı mertebeleri vardır. Zat mertebesi sabittir. Değişmez. Hareketliliğe ihtiyaç duymaz. Diğer mertebeler tüm mertebeleri ile i Zat-ı Akdeste mündemiçtir. Zat-ı Akdes tüm mertebeleri içerir.
            
    Bediüzzaman ( R.aleyh) zat kavramını birçok isim ve tamlama ile beraber kullanır. Zat-ı Akdes, Zat-ı Mukaddes tamlamaları ise Allah’ın (c.c.), Zatını ifade eder. Zat için kullanılan diğer tamlama ise Vacibül- Vücud tamlamasıdır. Zat-ı Akdes, Zat-ı Mukaddes, Vacibül- Vücub isimlendirmeleri direk Allah’ın (c.c.) zatını ifade eder.
            
    “…fail, ve müsemma, ve mevsuf olan zatının hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsi kemaline ve hakikatinin mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat’i bir suretde şehadet eder.[1]
            
   Zat mertebesi bir önceki yazıda değinildiği gibi varlığın incelenmesinden zorunlu olarak çıkarılır. Zatın varlığını eserleri aracılığı ile anlayabiliriz.
     
    “ Çünkü mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstünde bir suret ve taayyün vermek için hükmedilmez.”[2]
            
    Allah’ın (c.c.) Zat’nın, zati sıfatlarının hiçbir şekilde hududu, nihayeti yoktur. Bu nedenle bir taayyünü de, sureti de yoktur. Ancak sıfat, isim ve fiillerinde,   insanın vehmi, itibari enesi ile çizebileceği vehmi, itibari bir suret olabilir.
            
    Allah’ın zatı ifadesi, Allah’ın hakikatini, mahiyetini, kendisini ifade eder. Allah’ın zatının insanlar tarafından idrak edilmesi, bilinmesi, algılanması mümkün değildir.
            
    “… Zat-ı Akdesi- İlahinin şeriki, naziri, zıddı, niddi, olmadığı, gibi “ ليس كمثله شيء
و هو السميع البصير  “ sırrıyla, sureti, misli, misali, şebihi, dahi olamaz. Fakat “   وله المثل الاعلى في السماوات والارض وهو العزيز الحكيم  “ sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına, ve sıfat ve esmasına bakılır. Demek, mesel ve temsil şuunat nokta-i nazarında vardır.”[3]
            
    Allah’ın zatı bilinemez. Allah, âlem ve eşyaya direk zatı ile taalluk etmez. Zat-ı Akdes şuu-u zatiyeye, şuun-u Zatiye evsaf-ı İlahiyeye, evsaf-ı ilahiye esma-ı ilahiyeye, esma-ı ilahiye ef’al-i isimlere tecelli eder. Eşya ve âleme ef’ali isimler tecelli eder.
            
    Zat mertebesinde eşyaya tecelli olmadığı için Allah bu mertebede bilinmez.
            
    “ Fakat nasıl ki, Vacibül- Vücudun Zat-ı Akdesi, başkalara hiçbir cihette benzemez …”[4]
            
    “ …ve zatının kendilerine mahsus, münasip ve layık ve vacibiyetine ve kudsiyesine muvafık olarak hadsiz kemalatlarına, ve nihayetsiz cemallerine …”[5]
            
    “ Muşahhas olan bir şeyin umumi bir mefhumla mulahaza edildiğine binaen, Zat-ı Akdes de muşahhas olduğu halde, Vacibül-Vücud mefhumuyla tasavvur edilebilir.”[6]
            
    Vacibül-Vücud ifadesi anlamı umumi bir mefhum olduğu halde Allah’ın, (c.c.) Zatını isimlendirmede kullanılabilir. Risalelerde bu isimlendir yaygın olarak kullanılır.
            
    “ الله   Lafz-i Celali, bütün sıfat-ı kemaliyeyi tazammun eden bir sadeftir. Çünkü Lafza-i Celal, Zat-ı Akdese delalet eder; Zat-ı Akdes de bütün sıfat-ı Kemaliyeyi istilzam eder.”[7]
            
    Allah isminin, Zat tam karşılayan bir isim olduğu belirtilir ve en büyük isim olarak kabul edilir.
            
    Bediüzzaman, ( R.aleyh ) birbirinden farklı konulara açıklık getirmek için, dolaylı bir bakış açısı ile zaman zaman Zat-ı Akdesi tarif eder. Konunun içeriğine göre Zat-ı Akdes farklı boyutlardan anlatılır. Farklı kitap ve sayfalardaki Zat-ı Akdesle ilgili paragrafları sunuyoruz.
           
    “  Maddeden mücerred ve mualla, hem kaydın tahdidinden ve kesfatin zulmetinden münezzeh ve Müberra; … maddeden mücerred ve Vacib-ül Vücud ve Nurul Envar ve Vahid-i Ahed ve kuyuddan münezzeh ve huduttan müberra ve kusurdan mukaddes ve noksandan mualla bir Zat-ı Akdese…”[8]
            
    “ …yani ne zatında, ne sıfatında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz.
           
    …bir Zat- Hayy-ı Kayyum-u Zülcelalin elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olamaz ve olmsaı da muhaldir. Yalnız, mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nurdaki bütün temsilat ve teşbihat, bu mesel ve temsil nevindendir.
            
    İşte böyle misilsiz ve Vacibül- Vücud ve maddeden mücerret ve mekândan münezzeh ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal ve tagayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zat-ı Akdesin …”[9]
            
    “ Hem ezeli, ebedi, sermedi, her cihetçe kemal-i mutlakta ve istiğnay-ı mutlakta, maddeden mücerret, mekândan, kayıttan, imkândan münezzeh, müberra, muallâ olan bir Zat-ı Akdesin tagayyürü ve tebeddülü muhaldir.
            Tagayyür ve tebeddül, hudüsten ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddilikten ve imkândan ileri geliyor. Zat-ı Akdes ise, hem kadim, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem maddeden mücerret, hem Vacib-ül Vücud olduğundan elbette tagayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.”[10]
            
    “ Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasıl ki, Vacib-ül Vücudun zat-ı Akdesi başkalara hiçbir çihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir…”[11]
            
    “  Şu kâinatın sani-i Zülcelali, vacibül- Vücuddur. Yani, onun vücudu zatidir, ezelidir, ebedidir, âdemi mümtenidir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir.
            
    Sani-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti hiçbir mahiyete benzemez.
            
    Vacibül Vücudun mahiyet-i kudsiyesi, mahiyet-i mümkünat cinsinden değildir. Madem mahiyet-i mukaddesesi hem Vacibül- Vucuddur, hem maddeden mücerreddir, hem bütün mahiyata muhaliftir, misli, misali, mesili yoktur.”[12]
            
    “ İ’lem eyyühel-Aziz ! Cenab-ı Hakka malum ve maruf unvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkur olur. Çünkü bu malumiyet, örfi bir ülfet, taklidi bir sema’dır. Hakikati ilam edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o unvanla fehme gelen mana, sıfat-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, zat-ı Akdesi mülahaza için bir nevi unvandır. Amma Cenab-ı hakka, mevcud-u meçhul unvanıyla bakılırsa, marufiyet şuaları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecelli eden sıfat-ı mutlaka-i muhita ile bu mevsufun o unvandan tulu etmesi ağır gelmez.”[13]




[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 880
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 241.
[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 634
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 881
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 880
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C.  sf. 1161
[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst. 1966, II. C.  sf. 1160
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 279
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 819
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 825
[11] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst. 1966, I. C.  sf. 881

[12] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst. 1966, I. C.  sf. 463
[13] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, II. C.  sf. 1331

ALLAH


BEDİÜZZAMAN  ONTOLOJİSİ

ALLAH
            
    Bediüzzaman’ın ( R.aleyh) ontolojisinin zirvesinde de diğer İslam arif ve filozoflarında olduğu gibi, Allah (c.c.) vardır. Allah(c.c.)  varlığın kaynağıdır. Mevcudat varlığını Allah’a (c.c.) borçludur. Varlığını devam ettirmek için Allah’a(c.c.)  muhtaçtır.
            
    İslam Ontolojisinin en önemli problemi, Allah(c.c.)  - evren ilişkisidir. Allah(c.c.)   sonsuz, sınırsız, maddeden mücerret iken sonlu, sınırlı maddi bir evrenle nasıl iletişim halinde olabilir? Allah (c.c.)   evreni nasıl etkiliyor? Eskilerin tabiri ile Allah’ın (c.c.)   evrene, varlığa taalluku nasıl gerçekleşiyor? Allah (c.c.) ,   yokluktan, varlığa nasıl çıkarıyor? Varlığın devamını, sürekliliğini nasıl sağlıyor?
            
    Yukarıdaki sorulara verilen cevaplar farklı Allah ve ontoloji teorilerinin, tasavvurlarının, açıklamalarının oluşumunu doğurmuştur.
            
    Filozofların akıllar, felekler ve nefisler, ay altı ve semaları içeren sudur nazariyesi.  
            
   Selefiler, Kur’an-ı Hakimde Allah’a izafe edilen, Allah’ın eli, Allah’ın arşı gibi ifadelerin gerçek anlamda kullanıldığı söyler. Allah’ın, mahiyeti bizce meçhul bir eli vardır. Allah fiillerini bizce meçhul bir tarzda bu eli ile yapar, derler. Ayet-i Kerime’deki  ‘Allah arşa oturdu’ ifadesini,  bizce keyfiyeti meçhul bir tarzda oturma, şeklinde izah ederler.
            
    Mutasavvıflar, farklı ontolojik nazariyeler öne sürerler. Vahdet-i vücut, vahdet-i Şuhut v.b.
            
    Bediüzzaman’ın, ( r.aleyh) önce Allah tasavvurunu, sonra Allah’ın, varlığı, niçin ve nasıl yarattığını,   varlığın varlığını, niçin ve nasıl devam ettirdiğini ve nihayet, varlığın varlığını nereye kadar, niçin ve nasıl devam ettireceğini,  sırayla anlamaya çalışacağız.
            
   Bediüzzaman ( r.aleyh), varlığın yaratılma sebebini, Allah’ın kendini tanıtma isteğiyle açıklar.
              
    “ Nitekim Muyiddin-i Arabî, ‘  كنت كنزا مخفيّا فخلقت الخلق ليعرفوني  hadis-i şerifinin beyanında ,” mahlûkatı yarattım ki, Bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim “ demiştir.”[1]
            
   Allah (c.c.) gizli bir hazine idi. Tanınmak için varlığı ve evreni yarattı.
            
    Ancak tanınma tek boyutlu değil. Yani sadece insanların tanıması için değil. Aşağıdaki paragraflarda değinildiği gibi yaratmanın bir başka nedeni daha var.
            
    “ … bir cemal ve kemal-i zatidir ki, tezahür etmek ister… aynalarda ve aynaların kabiliyetlerine göre lemeatını ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezahür etmek ister… o lem’aları hem cemal sahibine, hem başkasına gösteriyorlar. ”[2]
            
    “İşte, her kemal ve cemal sahibi, fıtraten cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca ...”[3]
            
   “Malumdur ki, her bir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister “[4]
            
    “ Ve keza, bir cemal sahibi, daima hüsün ve cemalini görmek ve göstermek ister.”[5]
            
    “ Ve keza, hakaik-i sabitedendir ki, yüksek bir cemal sahibi, bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta başkasının gözüyle, cemalini ve cemalinin inceliklerini görmek istiyor.”[6]
            
   Yukarıdaki paragraflar varlığın yaratılış sebebini ortaya koyuyor. Allah(c.c.)  kendi cemal ve kemalini hem kendi görmek hem de şuurlu varlıklarına göstermek için varlıkları yarattı. Evren ve varlıklar Allah’ın(c.c.)  kendini seyrettiği ve başkalara seyrettirdiği aynalar gibidir. Bediüzzaman’a ( R.aleyh)  göre Allah’ı(c.c.)  tanımak, anlamak için bu aynaları iyi incelemek, anlamak gerekiyor.
            
    “ Raabbimizi bize tarif eden üç büyük, külli muarrif var. Birisi şu kitap-ı kâinattır. Birisi şu kitab-ı kebirin ayet-i kübrası olan Hatemül- Enbiya Aleyhissalatü Vesselamdır. Birisi de Kur’an-ı Azimüşşandır.”[7]
            
   Kâinat, Allah’ı (c.c.)  tanıtan üç önemli tanıtıcıdan biri olarak belirtilirken, Kur’an-ı Azimüşşan, kitap-ı kâinatın tercümanı, Peygamber (S.A.V),  onun ayet-i kübrasıdır. 
             
     Artık, çıkış noktası varlık olan, Allah (c.c.)    tasavvuru ile ilgili paragraflara değinelim.
            
   “ Şu kitab-ı kebir-i kâinat, nasıl ki vücud ve vahdete dair ayat-ı tekviniyeyi bize ders veriyor. Öyle de, o Zat-ı Zülcelalin bütün evsaf-ı Kemaliye ve cemaliye ve celaliyesine de şehadet eder ve kusursuz noksansız kemal-i zatisini ispat ederler. Çünkü bedihidir ki: Bir eserde kemal, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemaline delalet eder. Fiilin kemali ise, ismin kemaline ve ismin kemali, sıfatın kemaline ve sıfatın kemali, şe’ni zatinin kemaline ve şe’nin kemali, o zat-ı zişuunun kemaline, hadsen ve zaruraten ve bedaheten delalet eder… Mesela, nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef’alinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o ef’alin mükemmeliyeti, o fail ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esma ve ünvanlarının mükemmeliyeti o ustanın sanatına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir. Ve o sanat ve sıfatların mükemmeliyeti, o sanat sahibinin şuun-u zatiye denilen kabiliyet ve istidad-ı zatiyesinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o şuun ve kabiliyet-i zatiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyeti zatiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misüllü, aynen öylede:
            
   Şu asar-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan sanat ise, bil- müşahede bir müessir-i Zil- iktidarın kemal-i ef’aline delalet eder. O kemal-i ef’al ise, bil-bedahe, o Fail- i Zülcelalin, kemal-i esmasına delalet eder. O kemal ise, bizzarue, o esmanın Müsemma-i Zülcemalinin kemal-i sıfatına delalet ve şehadet eder. O kemal-i sıfat ise , bilyakin, o Mevsuf-u Zülkemalin, şuunun kemaline delalet ve şehadet eder. O kemal-i şuun ise , bihakkilyakin, o şunun kema-i Zatına öyle delalet eder ki , bütün kainatta görülen bütün enva-ı kemalat, Onun kemaline nispeten sönük bir zıll-i zayıf suretinde ayat-ı kemali ve rumuz-u cemali ve işarat-ı cemali olduğunu gösterir. ” [8]
            
   Kâinat, bize, Allah’ı ( c.c.) varlığı, birliği, fiilleri, isimleri, sıfatları, şuunatı ve zatı ile beraber tanıtır.
            
    “ Umum kâinattaki umum kemalat, bir Zat-ı Zülcelalin kemalinin ayatıdır ve cemalinin işaratıdır. Belki, hakiki kemaline nibeten bütün kâinattaki hüsün ve kemal ve cemal, zayıf bir gölgesidir.
           
   …nasıl ki, mükemmel, muhteşem, munakkaş,, müzeyyen bir saray mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedahe delalet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkaşlık, bizzarure, mükemmel bir faile, bir ustaya, bir mühendise ve nakkaş, musavvir, gibi unvan ve isimleriyle beraber delalet eder. Ve o mükemmel isimler dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, sanatkârane sıfatına delalet eder. Ve o kemal-i sanat ve sıfat, bilbedahe, o ustanın kemal-i istidadına ve kabiliyetine delalet eder. Ve o kemal-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, o ustanın kemal-i zatına ve ulviyet-i mahiyetine delalet eder.
           
    Aynen öyle de, şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbehahe, gayet kemaldeki ef’ale delalet eder. Çünkü eserdeki kemalat, o ef’alin kemalatından ileri gelir ve onu gösterir.
            
    Kemal-i ef’al ise, bizzarure, bir fail-i mükemmele ve o failin kemal-i esmasına, yani, asara nisbeten Müdebbir, Musavvir; Hakim, rahim, Müzeyyin gibi isimlerin kemaline delalet eder.
            
     İsimlerin ve unvanların kemali ise, şeksiz şüphesiz,, o failin kemal-i evsafına delalet eder. Zira sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neşet eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz.
            
    Ve o evsafın kemali, bilbedahe, şuunat-ı zatiyenin kemaline delalet eder. Çünkü sıfatın mebdeleri, o şuun-u zatiyedir.
            
    Ve şuun-u zatiyenin kemali ise, biilmilyakin, zat-ı Zişuunun kemaline ve ve öyle layık bir kemaline delalet eder ki, o kemalin ziyası şuun, ve sıfat ve esma ve ef’al ve asar perdelerinden geçtiği halde, şu kainatta yine bu kadar hüsnü ve cemali ve kemali göstermiş.”[9]
            
    “ nasıl ki, işlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine ve o işlemek güzelliği, ustalığın o sanattan gelen unvanının güzelliğine ve o ustada sanatkârlık unvanının güzelliği, o sanatkârın o sanata ait sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği, kabiliyet ve istidatının güzelliğine ve kabiliyetinin güzelliği, zatının ve hakikatinin güzelliğine derece-i bedahette gayet kat’i bir surette delalet ettiği gibi, aynen öyle de, bu kâinatın baştanbaşa bütün güzel mahlûklarında ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsün ve cemal dahi, sanatkâr-ı Zülcelaldeki fiillerinin hüsün ve cemaline kat’i  şehadet, ve ef’alindeki hüsün ve cemal ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin hüsün ve cemaline şüphesiz delalet; ve isimlerin hüsün ve cemali ise, isimlerin menşei olan kudsi sıfatların hüsün ve cemaline kat’i şehadet; ve sıfatların hüsün ve cemali ise, sıfatların mebdei olan şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemaline kat’i şehadet; ve şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemali ise fail, ve müsemma, ve mevsuf olan zatının hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsi kemaline ve hakikatinin mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat’i bir suretde şehadet eder.[10]
            
   Tüm paragraflarda tema aynı iken, her paragraftaki üslup ve konunun ele alınış boyutu farklılık gösteriyor. Konuyu farklı boyutlardan ele alıyor. Bu nedenle tüm paragrafları uzunluğuna rağmen alıntıladık.
            
    Bediüzzaman, ( R. aleyh) Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin (S.A.V.)anlatımları, evrene dayanan gözlemleri neticesinde, Allah tasavvurunu şekillendirir.
            
    Önce varlıktan, varlığın bir yaratıcısı olduğu sonucuna ulaşır. Sonra varlıktaki niteliklerden yaratıcının birliğine ulaşır. Varlıktaki etkilerden var edenin fiillerine, fiillerden isimlere, isimlerden sıfatlara, sıfatlardan şuunata ve şuunattan zata ulaşan bir mantık izler.
            
    Bediüzzaman’ın ( R.aleyh) Allah tasavvurunun hem ifade üslubu hem de içerik açısından yalın ve insana yakın olduğu söylenebilir. O adeta Yunus Emre ( R. aleyh ) yalınlığı ile düşüncelerini ifade eder. Ancak sadece bununla yetinmez ontolojik olarak da insanı ve varlığı Allah’a (c.c.) yaklaştırır.
            
    Bediüzzaman’ın ( R.aleyh) diğer bir özelliği ise, ontolojisinin önemli bir kavramı olan ve  şuunat-ı zatiye tabir ettiği, Allah’a ait niteliği uzun uzun açıklamasıdır ki, ilerde bu konuyu uzun alıntılarla inceleyeceğiz.



[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül- İ’caz, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1161
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 288
[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 482
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 822
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1291
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1293
[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 91
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 128
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 283
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 880

17 Kasım 2015 Salı

ZILL

BEDİÜZZAMAN’IN (r.aleyh) ONTOLOJİSİNİN KAVRAMLARI

ZILL (GÖLGE ) KAVRAMI
     
   Zıll, İlahi tecellinin bir varlığa tecellisinden sonra, o varlıktan diğer varlıklara yansımasıdır. Tecellinin tecellisi şeklinde tanımlanabilir.
    
   “Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektebli feylesof ise, Kamer'e âşık olan "Katre" olsun ki; Kamer, Güneş'ten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun gözbebeğine bir nur verir. O da o nur ile parlar. Fakat o "Katre" o nur ile yalnız Kamer'i görür. Güneş'i göremez, belki imanıyla görebilir.”[1]
      
    “Zira mukarrerdir ki: Masnudaki feyz-i kemal Sâni'in zıll-i tecellisinden muktebesdir.”[2]
     
    “Bazı mazhar olan zât, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz'iyet ve zılliyet ve asliyet itibariyle cilve-i esma, başka başka suret alıyor. Bazı istidad, cüz'iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. “ [3]
     
   “Hakikatı, zılliyedir. Yani, hak ve vâcib bir hakikatın cilvesini taşıyan mümkin ve miskin bir zılldir. Vazifesi ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuunatına mikyas ve mizan olarak, şuurkârane bir hizmettir.” [4]
     
    “Ve keza o eblehler tecelli ile husule gelen vücud-u zıllîyi, vücud-u hakikî ve aslîden fark edemezler, birbiriyle iltibas ederler. Bunun için, bir şeyde şemsin timsalini, gölgesini gördükleri zaman; şemsin hararetini, ziyasını ve sair hususiyatını da istemeye başlarlar.”[5]
     
   “Bu sır, daire-i vücub, tecerrüd ve ıtlak hasaisindendir. Ve fâil-i aslînin mahiyetiyle, zıllî olan münfail arasındaki mübayenet-i lâzımesidir. Meselâ: Şems timsallerine kayyum olduğu için fevkalhad onlara bir kurbiyeti vardır. Âyinedeki zıll ve gölge ile semada bulunan asıl arasındaki mesafe kadar da bu'diyeti vardır.”[6]




[1] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 145
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 1372
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 145
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 241
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 1319
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 1367

FEYZ / İFAZA KAVRAMI


BEDİÜZZAMAN’IN (r.aleyh) ONTOLOJİSİNİN KAVRAMLARI

FEYZ / İFAZA KAVRAMI
     Feyz, ilahi kaynaktan akarak varlıklara varlık kazandıran şeydir. Her varlık mertebesine, miktarına, levnine, şekline v.b. göre feyz-i ilahiden nasibini alır, bu feyz ile varlık kazanır, varlığını devam ettirir.
     
    “Yani; zahirî esbabın pek fevkinde olduklarından, manevî bir cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir. Meselâ: Mısır'ın kumistanını bir cennete çeviren Nil-i Mübarek; cenub tarafından, "Cebel-i Kamer" denilen bir dağdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor.”[1]

       “ Madem Sâni'-i Hakîm her şey için o şeye münasib bir nokta-i kemal ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale sa'yedip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor.” [2]

     “Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatları ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir.”[3]

      “Şu mutasavvifînin reis ve kebiri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hulûlü iddia eden marifet-i İlahiyeden hiçbir şey istişmam etmemiştir. Evet, mümkün, Vâcib ile nasıl ittisal veya ittihad edecek? Kellâ!. Evet, mümkünün ne kıymeti vardır; tâ ki Vâcib onda hulûl ede, hâşâ! Neam, mümkünde füyuzat-ı İlahiyeden bir feyz tecelli eder… Küre-i arz küçük, parça parça ve rengârenk ve mütehalif cam parçalarından farz olunursa herbiri başka çeşitle levnine ve cirmine ve şekline nisbetle şemsten bir feyz alacaktır. Şu hayalî feyz ise, ne güneşin zâtı ve ne ayn-ı ziyasıdır. Hem de ziyanın temasili ve elvan-ı seb'asının tesaviri ve güneşin tecellisi olan şu gûna-gûn ve rengârenk çiçeklerin elvanı faraza lisana gelirse, herbiri "Güneş benim gibidir" veyahut "Güneş benim" diyeceklerdir.”[4]
    
     “Vücud-u Akdes'e hasr-ı nazar ve istiğrak ve mümkinattan tecerrüd cihetiyle matmah-ı nazar ettikleri delil içinde neticeyi görmek, yani âlemden Sânii müşahede etmek tarîkıyla takib ettikleri meslek olan cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcudata tecelli-i esma ve sıfatı ise; dîk-ul elfaz sebebiyle uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettikleri hakaikı başkalar anlamadılar...”[5]

     “Sâni'-i Zülcelal ne kadar evsaf-ı kemaliye varsa, onlarla muttasıftır. Zira mukarrerdir ki: Masnu'da olan feyz-i kemal, Sâni'in kemalinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalilidir.”[6]
         “Kader, her şeye bir mikdar ve o mikdara göre bir kalıb vermiştir. Feyyaz-ı Mutlak'tan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Malûmdur ki, dâhilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesi ile hâkimiyet-i esmanın nizamve tekabülüyle feyz alınabilir. Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir. [7]

     “Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemal-i intizam ile verir. İşte, sema denizinin yüzünde ziyadar bir kabarcık ve Kadîr-i Mutlak'ın Nur isminin cilvesine kesif bir âyinecik olan şu güneşin, bilmüşahede şu hakikatın üç esasının nümunelerine mazhar olduğunu görüyoruz.”[8]
     “Meselâ: Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa; şemsin aksi, herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. Eğer faraza şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verse idi; bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyzden daha ağır olamazdı.”[9]

     “Meselâ: Güneş'in kendi Hâlıkının izniyle ve emriyle üç çeşit tecellisi ve in'ikası ve ifazası var: Birisi çiçeklere, birisi Kamer'e ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in'ikaslarıdır.

            Birincisi üç tarzdadır:

            Biri: Küllî ve umumî bir tecelli ve in'ikasıdır ki, bütün çiçeklere birden ifazasıdır.

            Biri de: Has bir tecellidir ki, herbir nev'e göre bir hususî in'ikası vardır.

            Biri de: Cüz'î bir tecellidir ki, herbir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır. Şu temsilimiz, o kavle göredir ki; çiçeklerin süslü renkleri, Güneş'in ziyasındaki yedi rengin istihale-i in'ikasiyesinden neş'et ediyor. Ve bu kavle göre çiçekler dahi Güneş'in bir çeşit âyineleridir.

            İkincisi: Güneş'in Kamer'e ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîm'in izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra Kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru; Güneş'ten küllî bir surette istifade eder, sonra hususî bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz'iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifazasıdır.


            Üçüncüsü: Güneşin emr-i İlahî ile cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek safi ve küllî ve gölgesiz bir in'ikası var. Sonra o Güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve kar'ın şişeciklerine, herbirine birer cüz'î aksi, birer küçük timsalini veriyor.

            İşte Güneş'in herbir çiçeğe ve Kamer'e mukabil herbir katreye, herbir reşhaya mezkûr üç cihette ikişer tarîk ile teveccüh ve ifazası var…”[10]

         “Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa; şemsin aksi, herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. Eğer faraza şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verse idi; bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyzden daha ağır olamazdı.”[11]

     “Demek ene, âyine-misal ve vâhid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mana-yı harfî gibi; manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir ki, o elif'in "iki yüzü" var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fâil değil, icaddan eli kısadır.”[12]

     “…manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlahiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mi'rac merdiveniyle Cennet'e, Sidret-ül-Münteha'ya, Arş'a, Kab-ı Kavseyn'e kadar gitmek, ayn-ı hak, nefs-i hakikat, mahz-ı hikmettir.”[13]

     “Aynen öyle de: Sâni'-i Zülcelal herbir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuş-u esmasıyla kemalât-ı san'atını göstermek için; herbir şey'e hususan zîhayata, duygularla murassa' bir vücud libasını giydirerek, üstünde kalem-i kaza ve kaderle nakışlar yapar; cilve-i esmasını gösterir. Herbir mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak; bir kemal, bir lezzet, bir feyz veriyor.”[14]

     “Madem o esma bâkidirler ve cilveleri daimîdir; elbette nakışları teceddüd eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenaya gitmiyor; belki yalnız itibarî taayyünleri değişir ve medar-ı hüsn ü cemal ve mazhar-ı feyz ü kemal olan hakikatları ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bâkidirler. Zîruh olmayanlar, doğrudan doğruya onlardaki hüsn ü cemal esma-i İlahiyeye aittir, şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider. O âyinelerin değişmesiyle onlara bir zarar îras etmez.”[15]

     “Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali, denizin sathında ve denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor.”[16]

      “Hararet ve ziya, sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Senden Güneş'e karşı minnetdar olmaya bedel, âyineyi masdar telakki edip, Güneş'i unutup, ona minnetdar olmak, divaneliktir. Evet âyine muhafaza edilmeli, çünki mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir. Cenab-ı Hak'tan gelen feyze ma'kes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır. Hattâ bazı olur ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlasıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile o mürid başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mir'at-ı ruhundan gelmiş görüyor.”[17]

    “Birinci muhalde nasılki güneşin cilve-i in'ikası, kemal-i sühuletle, külfetsiz en küçük zerrecik camdan tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzini ve tesirini misalî güneşçiklerle gayet kolaylıkla gösterdikleri halde, eğer güneşten nisbeti kesilse; o vakit herbir zerrecikte, tabiî ve bizzât bir güneşin haricî vücudu imtina derecesinde bir suubetle olabilmesi, kabul edilmek lâzım gelir.”[18]

     “Bu kâinatın Hâlık'ı, bu kâinattaki bütün makasıdının en ehemmiyetli medarı nev'-i insan olduğundan ve bütün hitabat-ı Sübhaniyenin en anlayışlı bir muhatabı nev'-i beşer olduğundan; o nev'-i beşer içinde en meşhur, en namdar ve âsârıyla ve icraatıyla en mükemmel, en muhteşem ferd olan Zât-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) o nev' namına, belki umum kâinat hesabına kendine muhatab eden Zât-ı Ferd-i Zülcelal, elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar etmiştir.”[19]

     “Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla müvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlahîye ve bir ihsan-ı İlahîye müvazeneye gelmediği demektir.”[20]

     “Şeriat ve Sünnet-i Seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esma-i hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi' olmağa çalış...”[21]




[1] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.901
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 251
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.881
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Muhakemat, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.2026
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Muhakemat, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.2025
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Muhakemat, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.2027
[7] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.1339
[8] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 64
[9] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 237
[10] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.145
[11] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 237
[12] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 241
[13] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 263
[14] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.480
[15] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.481
[16] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.573
[17] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lemalar, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.654
[18] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lemalar, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.680
[19] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lemalar, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh.811
[20] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 150
[21] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, 1. Cilt, sh. 159