BEDİÜZZAMAN ONTOLOJİSİ
ALLAH
ALLAH’IN (C.C.) ZATI
Bediüzzaman’in ( R.aleyh) Allah (c.c.) tasavvuru fiil, isim,
sıfat, suun, zat mertebelerini içerir. Bu mertebelerde Allah’ın (c.c.) gayrı
bulunmaz. Bu mertebelerinde, zat mertebesi dışında diğer mertebelerin, kendi
içinde farklı mertebeleri vardır. Zat mertebesi sabittir. Değişmez.
Hareketliliğe ihtiyaç duymaz. Diğer mertebeler tüm mertebeleri ile i Zat-ı
Akdeste mündemiçtir. Zat-ı Akdes tüm mertebeleri içerir.
Bediüzzaman ( R.aleyh) zat kavramını birçok isim ve
tamlama ile beraber kullanır. Zat-ı Akdes, Zat-ı Mukaddes tamlamaları ise
Allah’ın (c.c.), Zatını ifade eder. Zat için kullanılan diğer tamlama ise
Vacibül- Vücud tamlamasıdır. Zat-ı Akdes, Zat-ı Mukaddes, Vacibül- Vücub
isimlendirmeleri direk Allah’ın (c.c.) zatını ifade eder.
“…fail, ve müsemma, ve mevsuf olan zatının hüsün ve
cemaline ve mahiyetinin kudsi kemaline ve hakikatinin mukaddes güzelliğine
bedahet derecede kat’i bir suretde şehadet eder.[1]
Zat mertebesi bir önceki yazıda değinildiği gibi varlığın
incelenmesinden zorunlu olarak çıkarılır. Zatın varlığını eserleri aracılığı
ile anlayabiliriz.
“
Çünkü mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil
verilmez ve üstünde bir suret ve taayyün vermek için hükmedilmez.”[2]
Allah’ın
(c.c.) Zat’nın, zati sıfatlarının hiçbir şekilde hududu, nihayeti yoktur. Bu
nedenle bir taayyünü de, sureti de yoktur. Ancak sıfat, isim ve
fiillerinde, insanın vehmi, itibari
enesi ile çizebileceği vehmi, itibari bir suret olabilir.
Allah’ın
zatı ifadesi, Allah’ın hakikatini, mahiyetini, kendisini ifade eder. Allah’ın
zatının insanlar tarafından idrak edilmesi, bilinmesi, algılanması mümkün
değildir.
“…
Zat-ı Akdesi- İlahinin şeriki, naziri, zıddı, niddi, olmadığı, gibi “ ليس كمثله شيء
و هو السميع البصير “ sırrıyla, sureti, misli, misali, şebihi,
dahi olamaz. Fakat “ وله المثل الاعلى في السماوات والارض وهو
العزيز الحكيم “ sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına, ve
sıfat ve esmasına bakılır. Demek, mesel ve temsil şuunat nokta-i nazarında
vardır.”[3]
Allah’ın zatı bilinemez. Allah, âlem ve eşyaya direk zatı
ile taalluk etmez. Zat-ı Akdes şuu-u zatiyeye, şuun-u Zatiye evsaf-ı İlahiyeye,
evsaf-ı ilahiye esma-ı ilahiyeye, esma-ı ilahiye ef’al-i isimlere tecelli eder.
Eşya ve âleme ef’ali isimler tecelli eder.
Zat mertebesinde eşyaya tecelli olmadığı için Allah bu
mertebede bilinmez.
“ Fakat nasıl ki, Vacibül- Vücudun Zat-ı Akdesi,
başkalara hiçbir cihette benzemez …”[4]
“ …ve zatının kendilerine mahsus, münasip ve layık ve
vacibiyetine ve kudsiyesine muvafık olarak hadsiz kemalatlarına, ve nihayetsiz
cemallerine …”[5]
“ Muşahhas olan bir şeyin umumi bir mefhumla mulahaza
edildiğine binaen, Zat-ı Akdes de muşahhas olduğu halde, Vacibül-Vücud
mefhumuyla tasavvur edilebilir.”[6]
Vacibül-Vücud ifadesi anlamı umumi bir mefhum olduğu
halde Allah’ın, (c.c.) Zatını isimlendirmede kullanılabilir. Risalelerde bu isimlendir
yaygın olarak kullanılır.
“ الله Lafz-i Celali, bütün sıfat-ı kemaliyeyi
tazammun eden bir sadeftir. Çünkü Lafza-i Celal, Zat-ı Akdese delalet eder;
Zat-ı Akdes de bütün sıfat-ı Kemaliyeyi istilzam eder.”[7]
Allah isminin, Zat tam karşılayan bir isim olduğu
belirtilir ve en büyük isim olarak kabul edilir.
Bediüzzaman, ( R.aleyh ) birbirinden farklı konulara
açıklık getirmek için, dolaylı bir bakış açısı ile zaman zaman Zat-ı Akdesi
tarif eder. Konunun içeriğine göre Zat-ı Akdes farklı boyutlardan anlatılır.
Farklı kitap ve sayfalardaki Zat-ı Akdesle ilgili paragrafları sunuyoruz.
“ Maddeden
mücerred ve mualla, hem kaydın tahdidinden ve kesfatin zulmetinden münezzeh ve
Müberra; … maddeden mücerred ve Vacib-ül Vücud ve Nurul Envar ve Vahid-i Ahed
ve kuyuddan münezzeh ve huduttan müberra ve kusurdan mukaddes ve noksandan
mualla bir Zat-ı Akdese…”[8]
“ …yani ne zatında, ne sıfatında, ne ef’alinde naziri
yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz.
…bir Zat- Hayy-ı Kayyum-u Zülcelalin elbette hiçbir
cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olamaz ve olmsaı da
muhaldir. Yalnız, mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir.
Risale-i Nurdaki bütün temsilat ve teşbihat, bu mesel ve temsil nevindendir.
İşte böyle misilsiz ve Vacibül- Vücud ve maddeden
mücerret ve mekândan münezzeh ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal ve
tagayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zat-ı
Akdesin …”[9]
“ Hem ezeli, ebedi, sermedi, her cihetçe kemal-i mutlakta
ve istiğnay-ı mutlakta, maddeden mücerret, mekândan, kayıttan, imkândan
münezzeh, müberra, muallâ olan bir Zat-ı Akdesin tagayyürü ve tebeddülü
muhaldir.
Tagayyür ve tebeddül, hudüsten ve tekemmül etmek için
tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddilikten ve imkândan ileri geliyor. Zat-ı
Akdes ise, hem kadim, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem maddeden mücerret,
hem Vacib-ül Vücud olduğundan elbette tagayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün
değildir.”[10]
“ Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve
çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden
mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır.
Fakat nasıl ki, Vacib-ül Vücudun zat-ı Akdesi başkalara hiçbir çihette benzemez
ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir…”[11]
“ Şu kâinatın
sani-i Zülcelali, vacibül- Vücuddur. Yani, onun vücudu zatidir, ezelidir,
ebedidir, âdemi mümtenidir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en
esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir.
Sani-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir.
Mahiyeti hiçbir mahiyete benzemez.
Vacibül Vücudun mahiyet-i kudsiyesi, mahiyet-i mümkünat
cinsinden değildir. Madem mahiyet-i mukaddesesi hem Vacibül- Vucuddur, hem
maddeden mücerreddir, hem bütün mahiyata muhaliftir, misli, misali, mesili
yoktur.”[12]
“ İ’lem eyyühel-Aziz ! Cenab-ı Hakka malum ve maruf
unvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkur olur. Çünkü bu malumiyet, örfi bir
ülfet, taklidi bir sema’dır. Hakikati ilam edecek bir ifade de değildir.
Maahaza, o unvanla fehme gelen mana, sıfat-ı mutlakayı beraberce alıp zihne
ilka edemez. Ancak, zat-ı Akdesi mülahaza için bir nevi unvandır. Amma Cenab-ı
hakka, mevcud-u meçhul unvanıyla bakılırsa, marufiyet şuaları bir derece tebarüz
eder. Ve kâinatta tecelli eden sıfat-ı mutlaka-i muhita ile bu mevsufun o
unvandan tulu etmesi ağır gelmez.”[13]
[1] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 880
[2] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 241.
[3] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 634
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i
Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 881
[5] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 880
[6] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1161
[7] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst. 1966, II. C. sf. 1160
[8] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 279
[9] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 819
[10] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 825
[11] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst. 1966, I. C. sf. 881
[12] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst. 1966, I. C. sf. 463
[13] Bediüüzaman Said Nursi,
Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1331