23 Kasım 2015 Pazartesi

ŞUUNAT-I ZATİYE (C.C.)

BEDİÜZZAMAN  ONTOLOJİSİ

ALLAH

ŞUUNAT-I ZATİYE (C.C.)
             
     “ …fakat “   وله المثل الاعلى في السماوات والارض وهو العزيز الحكيم  “ sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına, ve sıfat ve esmasına bakılır. Demek, mesel ve temsil şuunat nokta-i nazarında vardır.”[1]
           
    Allah’ın (c.c.) ,Zat mertebesinden sonra Şuun-u Zati mertebesi gelir. Bu mertebe tam mahiyeti ve hakikati ile bilinemese de temsil ve mesel ile anlamına yaklaşılabilir. En azından temsil ve mesel ile ifade edilip üzerinde konuşulabilir.
            
    Diğer İslam Âlimlerinin daha çok üzerine eğildikleri zat mertebesi, Bediüüzaman’ın ( R.aleyh) eserlerinde fazla yer işgal etmez. Bunu yerine O, Şuun-u Zatiye mertebesi üzerinde durur. Ontolojisini nerede ise bu mertebe üzerine kurar. Diğer İslam Âlimlerinde bu mertebe bu denli yer almaz. Bu mertebeden neredeyse bahsedilmez.
              
    “  …o sanat sahibinin ‘ şuun-u zatiye ‘ denilen kabiliyet ve istidad-ı zatiyesinin mükemmeliyetini gösterir.”[2]
            
     “ Ve kabiliyet-i zatiye ( tabir edemediğimiz) o mükemmel şuun-u zatiye …”[3]
                        
     “ Malumdur ki, mevzun ve muntazam ve mükemmel ve güzel sanatlar, gayet güzel bir programa istinad eder. Mükemmel ve güzel program ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delalet eder.”[4]
            
     “ …Ve o kemal-i sanat ve sıfat, bilbedahe, o ustanın kemal-i istidadına ve kabiliyetine delalet eder.”[5]
            
     Paragraflardaki şuunat-ı zatiye, temsilde geçen ustaya aittir. Bu temsilden hakikate geçildiğinde aynı kavramlar Allah (c.c.) için kullanılır. Aşağıda paragraflarda da belirtileceği gibi buradaki ifadeler hakikatin yerini tutmuyor. Allah (c.c.) için söylenenler eksik kalıyor. Ancak bu paragraflardaki şuunat-ı zatiye ifadeleri ile Allah’ın (.c.c) kendine layık ve sadece kendisinin bildiği, kabiliyeti, yeteneği, âlemlerden müstağni hüsn-ü niyeti, düşüncesinin mükemmelliği ifade ediliyor. Allah (c.c.) sıfatlarının mebdei, menşei bu mertebedir. Sıfatların mükemmelliği karakterin, kabiliyetin, istidanın, kişiliğin mükemmelliğine bağlıdır. Kişiliksiz, karaktersiz birinden cesaret beklenemez.
            
     Şuun-u zatiye, Allah’ın Zat mertebesi ile sıfat mertebesi arasında bulunur. Sıfatlar Şuun-u Zatiyeden kaynaklanır. Şuun-u Zatiye, bu nedenle Zat mertebesinden ilk tecellidir.   Allah’ın Zatı tam bir bilinmezlik perdesi içinde iken, şuunatı-ı zatiye bilinebilir. Bununla beraber şuun-u Zatiye Allah’ın zatının aynısıdır.
            
     “ i’lem eyyühel-aziz! Cenab-ı Hakkın ef’ali birbirine münasip, asarı birbirine müşabih, esması birbirine ayna ve ma’kes, sıfatı birbirine mütedahil,şuunat-ı memzuc…”[6]
            
   Yukarıda ki paragrafta da belirtildiği gibi Allah’ın fiilleri, isimleri, sıfatları, şuunatı münasib, müşabih, mütedahil ve memzuçtur. Hepsi Allah’ın zatında yukarıdaki halde mevcuttur.
            
   Aşağıdaki paragraflarda ise Şuunat-ı Zatiyenin başka boyutuna geçilir. Konunun zorluğundan dolayı gerekli görülen tedbir ifadeleri sık sık tekrarlanır.
             
    “ Bu gelecek Beş İşarette, şuunat-ı rububiyeti rasat etmek için, birer sönük, küçük dürbün nevinden birer temsil yazılacaktır. Bu temsiller şuunat-ı rububiyetin hakikatini tutamaz, ihata edemez, mikyas olamaz, fakat baktırabilir. O gelecek temsilatta ve geçen remizlerde Zat-ı Akdesin şuunatına münasip olmayan tabirat, temsilin kusuruna aittir. Mesela lezzet ve sürur ve memnuniyetin bizce malum manaları, şuunat-ı mukaddeseyi ifade edemiyor; fakat birer unvanı mülahazadır, birer mirsad-ı tefekkürdür.”[7]
            “ … Zatı kudsiyetine layık ve vücub-u vücuduna münasip o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak, hadsiz derecede – tabirde hata olmasın- bir aşk-ı lahuti, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye o hayat-ı akdetse var ki, o şuunat böyle hadsiz bir faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakiyetle kâinatı daime tazelendiriyor, çalkalandırıyor, degiştiriyor.”[8]
            
    “… şuunat- ı İlahiyeyi ‘ memnuniyet-i mukaddese, ‘ iftihar-ı kudsi’, ve lezzet-i mukaddese gibi isimlerle işaret edilen maani-i rububiyyetdir ki, bu daimi faaliyeti ve mütemadi hallakiyeti iktiza eder.”[9]
            
    “ …Zat-ı Hayy-u kayyumun şuunat-ı kudsiyesine aynadarlık eder. Mesela, o hassasiyet içinde, sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müreffeh olmak gibi manalarla – Zat-ı Akdesin kudsiyetine ve gınay-ı mutlakına münasip ve layık olmak şartıyla- o neviden olan şuunatına aynadarlık eder.”[10]
            
    “ …Ona layık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona layık bir şuunatla tabir edilen ulvi, kudsi, güzel, münezzeh, manaları vardır. Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye, tabir edilen izn-i şer’i olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuunatı vardır…”[11]
                       
    “ …ve muhabbet ve gazap ve şefkat gibi şuunatını anladım.
            
    Ne kadar fevkalade sehavetli, merhametli, sanatkâr, ne derece harka iktidarlı - tabirde hata olmasın -maharetli hüşyar, işgüzar olduğunu… “[12]
            
    Yukarıdaki paragraflarda ise Şuunat- Zatiye kavramı ile yine sadece Allah’ın bilebileceği kendine has duygularının ifade edildiğini söyleyebiliriz. Hemen aşağıdaki paragrafta da vurgulandığı gibi bütün ukul-u beşer birleşse şuunat-ı zatiye tabir edilen mananın künhünü idrak edemez.
           
     “ …ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla tabir edemediğimiz maani-i mukaddese ve şuun-u münezzeh o derece âli ve mukaddestir ki, bütün ukul-u beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihata edemez.”[13]
            
    Yukarıdaki paragraflardan anlaşıldığı gibi, Bediüzzaman ( R.aleyh ) şuunat-ı zatiye kavramı ile Allah’ın tabir caizse kendine layık kabiliyetini, istidadını ve duygularını – sevgi, memnuniyet, suru v.b.- ifade ediyor. Allah’ın (c.c.) kendine layık yetenekleri, kabiliyetleri ve duyguları mevcuttur. Sıfatlar buradan kaynaklanır.
           
    Daha sonra göreceğimiz gibi – inşallah- Allah’ın evreni yaratması, yaratılışın sürekliliği, cennet ve cehennemin gerekliliği ve devamı bu mertebe ile sıkı sıkıya ilişkilidir.
            
  Zat mertebesinin kâinatla ve insanla hiçbir ilgisi, alakası yoktur. Allah (c.c.) zat mertebesinde hiçbir hareketliliğe ihtiyaç duymaz. Hiçbir tecellisi yoktur. Evrenle, varlıkla ilgi bu mertebede başlar. Allah’ın ( c.c.) bilinmeyi sevmesi, görmeyi ve görünmeyi istemesi bu mertebededir. Varlıkları yaratıp merhamet etmesi, yukarıdaki hedeflerin gerçekleşmesi için varlıkları ahret âleminde ebedi kılması bu mertebeden kaynaklanır.



[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 634
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 129
[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 306
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 283
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 283
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1333
[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 483
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 822
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf.823
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf.827
[11] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 284
[12] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 878
[13] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 284

19 Kasım 2015 Perşembe

ALLAH’IN (C.C.) ZATI


BEDİÜZZAMAN  ONTOLOJİSİ

ALLAH

ALLAH’IN (C.C.) ZATI
            
    Bediüzzaman’in  ( R.aleyh) Allah (c.c.) tasavvuru fiil, isim, sıfat, suun, zat mertebelerini içerir. Bu mertebelerde Allah’ın (c.c.) gayrı bulunmaz. Bu mertebelerinde, zat mertebesi dışında diğer mertebelerin, kendi içinde farklı mertebeleri vardır. Zat mertebesi sabittir. Değişmez. Hareketliliğe ihtiyaç duymaz. Diğer mertebeler tüm mertebeleri ile i Zat-ı Akdeste mündemiçtir. Zat-ı Akdes tüm mertebeleri içerir.
            
    Bediüzzaman ( R.aleyh) zat kavramını birçok isim ve tamlama ile beraber kullanır. Zat-ı Akdes, Zat-ı Mukaddes tamlamaları ise Allah’ın (c.c.), Zatını ifade eder. Zat için kullanılan diğer tamlama ise Vacibül- Vücud tamlamasıdır. Zat-ı Akdes, Zat-ı Mukaddes, Vacibül- Vücub isimlendirmeleri direk Allah’ın (c.c.) zatını ifade eder.
            
    “…fail, ve müsemma, ve mevsuf olan zatının hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsi kemaline ve hakikatinin mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat’i bir suretde şehadet eder.[1]
            
   Zat mertebesi bir önceki yazıda değinildiği gibi varlığın incelenmesinden zorunlu olarak çıkarılır. Zatın varlığını eserleri aracılığı ile anlayabiliriz.
     
    “ Çünkü mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstünde bir suret ve taayyün vermek için hükmedilmez.”[2]
            
    Allah’ın (c.c.) Zat’nın, zati sıfatlarının hiçbir şekilde hududu, nihayeti yoktur. Bu nedenle bir taayyünü de, sureti de yoktur. Ancak sıfat, isim ve fiillerinde,   insanın vehmi, itibari enesi ile çizebileceği vehmi, itibari bir suret olabilir.
            
    Allah’ın zatı ifadesi, Allah’ın hakikatini, mahiyetini, kendisini ifade eder. Allah’ın zatının insanlar tarafından idrak edilmesi, bilinmesi, algılanması mümkün değildir.
            
    “… Zat-ı Akdesi- İlahinin şeriki, naziri, zıddı, niddi, olmadığı, gibi “ ليس كمثله شيء
و هو السميع البصير  “ sırrıyla, sureti, misli, misali, şebihi, dahi olamaz. Fakat “   وله المثل الاعلى في السماوات والارض وهو العزيز الحكيم  “ sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına, ve sıfat ve esmasına bakılır. Demek, mesel ve temsil şuunat nokta-i nazarında vardır.”[3]
            
    Allah’ın zatı bilinemez. Allah, âlem ve eşyaya direk zatı ile taalluk etmez. Zat-ı Akdes şuu-u zatiyeye, şuun-u Zatiye evsaf-ı İlahiyeye, evsaf-ı ilahiye esma-ı ilahiyeye, esma-ı ilahiye ef’al-i isimlere tecelli eder. Eşya ve âleme ef’ali isimler tecelli eder.
            
    Zat mertebesinde eşyaya tecelli olmadığı için Allah bu mertebede bilinmez.
            
    “ Fakat nasıl ki, Vacibül- Vücudun Zat-ı Akdesi, başkalara hiçbir cihette benzemez …”[4]
            
    “ …ve zatının kendilerine mahsus, münasip ve layık ve vacibiyetine ve kudsiyesine muvafık olarak hadsiz kemalatlarına, ve nihayetsiz cemallerine …”[5]
            
    “ Muşahhas olan bir şeyin umumi bir mefhumla mulahaza edildiğine binaen, Zat-ı Akdes de muşahhas olduğu halde, Vacibül-Vücud mefhumuyla tasavvur edilebilir.”[6]
            
    Vacibül-Vücud ifadesi anlamı umumi bir mefhum olduğu halde Allah’ın, (c.c.) Zatını isimlendirmede kullanılabilir. Risalelerde bu isimlendir yaygın olarak kullanılır.
            
    “ الله   Lafz-i Celali, bütün sıfat-ı kemaliyeyi tazammun eden bir sadeftir. Çünkü Lafza-i Celal, Zat-ı Akdese delalet eder; Zat-ı Akdes de bütün sıfat-ı Kemaliyeyi istilzam eder.”[7]
            
    Allah isminin, Zat tam karşılayan bir isim olduğu belirtilir ve en büyük isim olarak kabul edilir.
            
    Bediüzzaman, ( R.aleyh ) birbirinden farklı konulara açıklık getirmek için, dolaylı bir bakış açısı ile zaman zaman Zat-ı Akdesi tarif eder. Konunun içeriğine göre Zat-ı Akdes farklı boyutlardan anlatılır. Farklı kitap ve sayfalardaki Zat-ı Akdesle ilgili paragrafları sunuyoruz.
           
    “  Maddeden mücerred ve mualla, hem kaydın tahdidinden ve kesfatin zulmetinden münezzeh ve Müberra; … maddeden mücerred ve Vacib-ül Vücud ve Nurul Envar ve Vahid-i Ahed ve kuyuddan münezzeh ve huduttan müberra ve kusurdan mukaddes ve noksandan mualla bir Zat-ı Akdese…”[8]
            
    “ …yani ne zatında, ne sıfatında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz.
           
    …bir Zat- Hayy-ı Kayyum-u Zülcelalin elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olamaz ve olmsaı da muhaldir. Yalnız, mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nurdaki bütün temsilat ve teşbihat, bu mesel ve temsil nevindendir.
            
    İşte böyle misilsiz ve Vacibül- Vücud ve maddeden mücerret ve mekândan münezzeh ve tecezzisi ve inkısamı her cihetle muhal ve tagayyür ve tebeddülü mümteni ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zat-ı Akdesin …”[9]
            
    “ Hem ezeli, ebedi, sermedi, her cihetçe kemal-i mutlakta ve istiğnay-ı mutlakta, maddeden mücerret, mekândan, kayıttan, imkândan münezzeh, müberra, muallâ olan bir Zat-ı Akdesin tagayyürü ve tebeddülü muhaldir.
            Tagayyür ve tebeddül, hudüsten ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddilikten ve imkândan ileri geliyor. Zat-ı Akdes ise, hem kadim, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem maddeden mücerret, hem Vacib-ül Vücud olduğundan elbette tagayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.”[10]
            
    “ Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasıl ki, Vacib-ül Vücudun zat-ı Akdesi başkalara hiçbir çihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir…”[11]
            
    “  Şu kâinatın sani-i Zülcelali, vacibül- Vücuddur. Yani, onun vücudu zatidir, ezelidir, ebedidir, âdemi mümtenidir, zevali muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir.
            
    Sani-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti hiçbir mahiyete benzemez.
            
    Vacibül Vücudun mahiyet-i kudsiyesi, mahiyet-i mümkünat cinsinden değildir. Madem mahiyet-i mukaddesesi hem Vacibül- Vucuddur, hem maddeden mücerreddir, hem bütün mahiyata muhaliftir, misli, misali, mesili yoktur.”[12]
            
    “ İ’lem eyyühel-Aziz ! Cenab-ı Hakka malum ve maruf unvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkur olur. Çünkü bu malumiyet, örfi bir ülfet, taklidi bir sema’dır. Hakikati ilam edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o unvanla fehme gelen mana, sıfat-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, zat-ı Akdesi mülahaza için bir nevi unvandır. Amma Cenab-ı hakka, mevcud-u meçhul unvanıyla bakılırsa, marufiyet şuaları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecelli eden sıfat-ı mutlaka-i muhita ile bu mevsufun o unvandan tulu etmesi ağır gelmez.”[13]




[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 880
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 241.
[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 634
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 881
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 880
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C.  sf. 1161
[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst. 1966, II. C.  sf. 1160
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 279
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 819
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 825
[11] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst. 1966, I. C.  sf. 881

[12] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İst. 1966, I. C.  sf. 463
[13] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, II. C.  sf. 1331

ALLAH


BEDİÜZZAMAN  ONTOLOJİSİ

ALLAH
            
    Bediüzzaman’ın ( R.aleyh) ontolojisinin zirvesinde de diğer İslam arif ve filozoflarında olduğu gibi, Allah (c.c.) vardır. Allah(c.c.)  varlığın kaynağıdır. Mevcudat varlığını Allah’a (c.c.) borçludur. Varlığını devam ettirmek için Allah’a(c.c.)  muhtaçtır.
            
    İslam Ontolojisinin en önemli problemi, Allah(c.c.)  - evren ilişkisidir. Allah(c.c.)   sonsuz, sınırsız, maddeden mücerret iken sonlu, sınırlı maddi bir evrenle nasıl iletişim halinde olabilir? Allah (c.c.)   evreni nasıl etkiliyor? Eskilerin tabiri ile Allah’ın (c.c.)   evrene, varlığa taalluku nasıl gerçekleşiyor? Allah (c.c.) ,   yokluktan, varlığa nasıl çıkarıyor? Varlığın devamını, sürekliliğini nasıl sağlıyor?
            
    Yukarıdaki sorulara verilen cevaplar farklı Allah ve ontoloji teorilerinin, tasavvurlarının, açıklamalarının oluşumunu doğurmuştur.
            
    Filozofların akıllar, felekler ve nefisler, ay altı ve semaları içeren sudur nazariyesi.  
            
   Selefiler, Kur’an-ı Hakimde Allah’a izafe edilen, Allah’ın eli, Allah’ın arşı gibi ifadelerin gerçek anlamda kullanıldığı söyler. Allah’ın, mahiyeti bizce meçhul bir eli vardır. Allah fiillerini bizce meçhul bir tarzda bu eli ile yapar, derler. Ayet-i Kerime’deki  ‘Allah arşa oturdu’ ifadesini,  bizce keyfiyeti meçhul bir tarzda oturma, şeklinde izah ederler.
            
    Mutasavvıflar, farklı ontolojik nazariyeler öne sürerler. Vahdet-i vücut, vahdet-i Şuhut v.b.
            
    Bediüzzaman’ın, ( r.aleyh) önce Allah tasavvurunu, sonra Allah’ın, varlığı, niçin ve nasıl yarattığını,   varlığın varlığını, niçin ve nasıl devam ettirdiğini ve nihayet, varlığın varlığını nereye kadar, niçin ve nasıl devam ettireceğini,  sırayla anlamaya çalışacağız.
            
   Bediüzzaman ( r.aleyh), varlığın yaratılma sebebini, Allah’ın kendini tanıtma isteğiyle açıklar.
              
    “ Nitekim Muyiddin-i Arabî, ‘  كنت كنزا مخفيّا فخلقت الخلق ليعرفوني  hadis-i şerifinin beyanında ,” mahlûkatı yarattım ki, Bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim “ demiştir.”[1]
            
   Allah (c.c.) gizli bir hazine idi. Tanınmak için varlığı ve evreni yarattı.
            
    Ancak tanınma tek boyutlu değil. Yani sadece insanların tanıması için değil. Aşağıdaki paragraflarda değinildiği gibi yaratmanın bir başka nedeni daha var.
            
    “ … bir cemal ve kemal-i zatidir ki, tezahür etmek ister… aynalarda ve aynaların kabiliyetlerine göre lemeatını ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezahür etmek ister… o lem’aları hem cemal sahibine, hem başkasına gösteriyorlar. ”[2]
            
    “İşte, her kemal ve cemal sahibi, fıtraten cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca ...”[3]
            
   “Malumdur ki, her bir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister “[4]
            
    “ Ve keza, bir cemal sahibi, daima hüsün ve cemalini görmek ve göstermek ister.”[5]
            
    “ Ve keza, hakaik-i sabitedendir ki, yüksek bir cemal sahibi, bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta başkasının gözüyle, cemalini ve cemalinin inceliklerini görmek istiyor.”[6]
            
   Yukarıdaki paragraflar varlığın yaratılış sebebini ortaya koyuyor. Allah(c.c.)  kendi cemal ve kemalini hem kendi görmek hem de şuurlu varlıklarına göstermek için varlıkları yarattı. Evren ve varlıklar Allah’ın(c.c.)  kendini seyrettiği ve başkalara seyrettirdiği aynalar gibidir. Bediüzzaman’a ( R.aleyh)  göre Allah’ı(c.c.)  tanımak, anlamak için bu aynaları iyi incelemek, anlamak gerekiyor.
            
    “ Raabbimizi bize tarif eden üç büyük, külli muarrif var. Birisi şu kitap-ı kâinattır. Birisi şu kitab-ı kebirin ayet-i kübrası olan Hatemül- Enbiya Aleyhissalatü Vesselamdır. Birisi de Kur’an-ı Azimüşşandır.”[7]
            
   Kâinat, Allah’ı (c.c.)  tanıtan üç önemli tanıtıcıdan biri olarak belirtilirken, Kur’an-ı Azimüşşan, kitap-ı kâinatın tercümanı, Peygamber (S.A.V),  onun ayet-i kübrasıdır. 
             
     Artık, çıkış noktası varlık olan, Allah (c.c.)    tasavvuru ile ilgili paragraflara değinelim.
            
   “ Şu kitab-ı kebir-i kâinat, nasıl ki vücud ve vahdete dair ayat-ı tekviniyeyi bize ders veriyor. Öyle de, o Zat-ı Zülcelalin bütün evsaf-ı Kemaliye ve cemaliye ve celaliyesine de şehadet eder ve kusursuz noksansız kemal-i zatisini ispat ederler. Çünkü bedihidir ki: Bir eserde kemal, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemaline delalet eder. Fiilin kemali ise, ismin kemaline ve ismin kemali, sıfatın kemaline ve sıfatın kemali, şe’ni zatinin kemaline ve şe’nin kemali, o zat-ı zişuunun kemaline, hadsen ve zaruraten ve bedaheten delalet eder… Mesela, nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef’alinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o ef’alin mükemmeliyeti, o fail ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esma ve ünvanlarının mükemmeliyeti o ustanın sanatına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir. Ve o sanat ve sıfatların mükemmeliyeti, o sanat sahibinin şuun-u zatiye denilen kabiliyet ve istidad-ı zatiyesinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o şuun ve kabiliyet-i zatiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyeti zatiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misüllü, aynen öylede:
            
   Şu asar-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan sanat ise, bil- müşahede bir müessir-i Zil- iktidarın kemal-i ef’aline delalet eder. O kemal-i ef’al ise, bil-bedahe, o Fail- i Zülcelalin, kemal-i esmasına delalet eder. O kemal ise, bizzarue, o esmanın Müsemma-i Zülcemalinin kemal-i sıfatına delalet ve şehadet eder. O kemal-i sıfat ise , bilyakin, o Mevsuf-u Zülkemalin, şuunun kemaline delalet ve şehadet eder. O kemal-i şuun ise , bihakkilyakin, o şunun kema-i Zatına öyle delalet eder ki , bütün kainatta görülen bütün enva-ı kemalat, Onun kemaline nispeten sönük bir zıll-i zayıf suretinde ayat-ı kemali ve rumuz-u cemali ve işarat-ı cemali olduğunu gösterir. ” [8]
            
   Kâinat, bize, Allah’ı ( c.c.) varlığı, birliği, fiilleri, isimleri, sıfatları, şuunatı ve zatı ile beraber tanıtır.
            
    “ Umum kâinattaki umum kemalat, bir Zat-ı Zülcelalin kemalinin ayatıdır ve cemalinin işaratıdır. Belki, hakiki kemaline nibeten bütün kâinattaki hüsün ve kemal ve cemal, zayıf bir gölgesidir.
           
   …nasıl ki, mükemmel, muhteşem, munakkaş,, müzeyyen bir saray mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedahe delalet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkaşlık, bizzarure, mükemmel bir faile, bir ustaya, bir mühendise ve nakkaş, musavvir, gibi unvan ve isimleriyle beraber delalet eder. Ve o mükemmel isimler dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, sanatkârane sıfatına delalet eder. Ve o kemal-i sanat ve sıfat, bilbedahe, o ustanın kemal-i istidadına ve kabiliyetine delalet eder. Ve o kemal-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, o ustanın kemal-i zatına ve ulviyet-i mahiyetine delalet eder.
           
    Aynen öyle de, şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbehahe, gayet kemaldeki ef’ale delalet eder. Çünkü eserdeki kemalat, o ef’alin kemalatından ileri gelir ve onu gösterir.
            
    Kemal-i ef’al ise, bizzarure, bir fail-i mükemmele ve o failin kemal-i esmasına, yani, asara nisbeten Müdebbir, Musavvir; Hakim, rahim, Müzeyyin gibi isimlerin kemaline delalet eder.
            
     İsimlerin ve unvanların kemali ise, şeksiz şüphesiz,, o failin kemal-i evsafına delalet eder. Zira sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neşet eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz.
            
    Ve o evsafın kemali, bilbedahe, şuunat-ı zatiyenin kemaline delalet eder. Çünkü sıfatın mebdeleri, o şuun-u zatiyedir.
            
    Ve şuun-u zatiyenin kemali ise, biilmilyakin, zat-ı Zişuunun kemaline ve ve öyle layık bir kemaline delalet eder ki, o kemalin ziyası şuun, ve sıfat ve esma ve ef’al ve asar perdelerinden geçtiği halde, şu kainatta yine bu kadar hüsnü ve cemali ve kemali göstermiş.”[9]
            
    “ nasıl ki, işlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine ve o işlemek güzelliği, ustalığın o sanattan gelen unvanının güzelliğine ve o ustada sanatkârlık unvanının güzelliği, o sanatkârın o sanata ait sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği, kabiliyet ve istidatının güzelliğine ve kabiliyetinin güzelliği, zatının ve hakikatinin güzelliğine derece-i bedahette gayet kat’i bir surette delalet ettiği gibi, aynen öyle de, bu kâinatın baştanbaşa bütün güzel mahlûklarında ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsün ve cemal dahi, sanatkâr-ı Zülcelaldeki fiillerinin hüsün ve cemaline kat’i  şehadet, ve ef’alindeki hüsün ve cemal ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin hüsün ve cemaline şüphesiz delalet; ve isimlerin hüsün ve cemali ise, isimlerin menşei olan kudsi sıfatların hüsün ve cemaline kat’i şehadet; ve sıfatların hüsün ve cemali ise, sıfatların mebdei olan şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemaline kat’i şehadet; ve şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemali ise fail, ve müsemma, ve mevsuf olan zatının hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsi kemaline ve hakikatinin mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat’i bir suretde şehadet eder.[10]
            
   Tüm paragraflarda tema aynı iken, her paragraftaki üslup ve konunun ele alınış boyutu farklılık gösteriyor. Konuyu farklı boyutlardan ele alıyor. Bu nedenle tüm paragrafları uzunluğuna rağmen alıntıladık.
            
    Bediüzzaman, ( R. aleyh) Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin (S.A.V.)anlatımları, evrene dayanan gözlemleri neticesinde, Allah tasavvurunu şekillendirir.
            
    Önce varlıktan, varlığın bir yaratıcısı olduğu sonucuna ulaşır. Sonra varlıktaki niteliklerden yaratıcının birliğine ulaşır. Varlıktaki etkilerden var edenin fiillerine, fiillerden isimlere, isimlerden sıfatlara, sıfatlardan şuunata ve şuunattan zata ulaşan bir mantık izler.
            
    Bediüzzaman’ın ( R.aleyh) Allah tasavvurunun hem ifade üslubu hem de içerik açısından yalın ve insana yakın olduğu söylenebilir. O adeta Yunus Emre ( R. aleyh ) yalınlığı ile düşüncelerini ifade eder. Ancak sadece bununla yetinmez ontolojik olarak da insanı ve varlığı Allah’a (c.c.) yaklaştırır.
            
    Bediüzzaman’ın ( R.aleyh) diğer bir özelliği ise, ontolojisinin önemli bir kavramı olan ve  şuunat-ı zatiye tabir ettiği, Allah’a ait niteliği uzun uzun açıklamasıdır ki, ilerde bu konuyu uzun alıntılarla inceleyeceğiz.



[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül- İ’caz, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1161
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 288
[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 482
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 822
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1291
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1293
[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 91
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 128
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 283
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 880