23 Mayıs 2016 Pazartesi

KUDRETİN EŞYAYA TAALLUKU

KUDRETİN EŞYAYA TAALLUKU
ESRAR-I SİTTE
     Bediüzzaman, (R. Aleyh ) Allah- Varlık ilişkisini aşağıdaki alıntıladığımız paragraflarda temellendirir. Allah’ın ( c.c ) varlığı tümü ile kabza-i kudretinde tutup yönettiğini, tek tek varlıklarla nasıl ilgilenebildiğini, anbean hareket ettirdiğini altı ilke ve bu altı ilke ile ilgili altı örnek ile açıklar.
    Esrar- Sitte adını verdiği altı ilkeyi farklı boyutlarda ele alıp incelediği paragrafları peş peşe alıntıladık.
          “ Birincisi: Şems şeffafiyet sırrına binaen, şişelerin zerrelerinde, arzın denizlerinde, semanın seyyarelerinde müsavat üzerine tecelli eder.

             İkincisi: Mukabele sırrına binaen, merkezdeki bir lâmbanın daireyi teşkil eden âyinelere nisbet-i in'ikası birdir.

             Üçüncüsü: Nurdan veya nuranî bir şeyden tenevvür etmek ve ziya almak hususunda, bir ile bin birdir. Nuranînin iktizası öyledir.

             Dördüncüsü: Müvazene sırrına binaen, hassas bir terazinin iki kefesinde iki ceviz veyahut iki güneş bulunsa; hangi kefesine bir şey ilâve edilirse, o aşağı iner; ötekisi havaya kalkar.

             Beşincisi: Büyük bir sefine ile gayet küçük bir sefineyi sevk ve tahrik hususunda fark yoktur. -Kaptan; ister bir çocuk olsun, ister büyük olsun- çünki intizam vardır.

             Altıncısı: Hayvan-ı nâtık gibi bir mahiyet-i mücerredenin küçük ve büyük efradına nisbeti, birdir.

             Hülâsa: Kalil ile kesir, küçük ile büyük arasında bir şey-i vâhide isnadlarında tefavüt olmadığı, imkân dairesinde olduğu şu misaller ile tavazzuh etti. Binaenaleyh eşyada bulunan intizam, müvazene, evamir-i tekviniyeye karşı imtisal, itaat, kudret-i ezeliyenin nuraniyeti, eşyanın içyüzünün şeffafiyeti gibi sırlardan dolayı; bir sinekle arzın ihyası, bir ağaç ile semavatın icadı, bir zerre ile güneşin yaratılışı Vâcib-ül Vücud'a nisbetle mütesavidir. Evet müsavat ve adem-i tefavütü göz ile görünür. Bak! Mahiyeti meçhul, mu'cizatıyla malûm olan kudret-i ezeliyenin, bilhâssa semerat ve sebzelerdeki nakışları, san'atları, esbaba havale edilirse, esbab altında ezilecektir.
Mesnevi-i Nuriye ( 94 )
Meselâ: وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى -temsilde kusur yok- nasılki "nuraniyet" sırrıyla, Güneşin cilvesi kendi ihtiyarıyla olsa da, bir zerreye sühuletle verdiği cilveyi, aynı sühuletle hadsiz şeffafata da verir.

            Hem "şeffafiyet" sırrıyla, bir zerre-i şeffafenin küçük göz bebeği Güneşin aksini almasında, denizin geniş yüzüne müsavidir.

            Hem "intizam" sırrıyla, bir çocuk parmağıyla gemi suretindeki oyuncağını çevirdiği gibi, kocaman bir diritnotu da çevirir.

            Hem "imtisal" sırrıyla, bir kumandan birtek neferi bir arş emriyle tahrik ettiği gibi, bir koca orduyu da aynı kelime ile tahrik eder.

            Hem "müvazene" sırrıyla, cevv-i fezada bir terazi ki, öyle hakikî hassas ve o derece büyük farzedelim ki, iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder ve iki güneşi de istiab edip tartar. O iki kefesinde bulunaniki cevizi birini semavata, birini yere indiren aynı kuvvetle, iki şems bulunsa; birini arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir.

            Madem şu âdi, nâkıs, fâni mümkinatta nuraniyet ve şeffafiyet ve intizam ve imtisal ve müvazene sırlarıyla, en büyük şey en küçük şeye müsavi olur. Hadsiz hesabsız şeyler birtek şeye müsavi görünür. Elbette Kadîr-i Mutlak'ın zâtî ve nihayetsiz ve gayet kemalde olan kudretinin nuranî tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyanın şeffafiyeti ve hikmet ve kaderin intizamatı ve eşyanın evamir-i tekviniyesine kemal-i imtisali ve mümkinatın vücud ve ademinin müsavatından ibaret olan imkânındaki müvazenesi sırrıyla; az çok, büyük küçük ona müsavi olduğu gibi, bütün insanları birtek insan gibi bir sayha ile haşre getirebilir.” [1]

             “ İkinci Mes'ele ki; kudret, melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder. Evet, kâinatın âyine gibi iki yüzü var. Biri, mülk ciheti ki; âyinenin renkli yüzüne benzer. Diğeri, melekûtiyet ciheti ki; âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zıdların cevelangâhıdır. Güzel çirkin, hayır şer, küçük büyük ağır kolay gibi emirlerin mahall-i vürûdudur. İşte şunun içindir ki: Sâni'-i Zülcelal esbab-ı zahiriyeyi, tasarrufat-ı kudretine perde etmiştir. Tâ dest-i kudret, zahir akla göre hasis ve nâ-lâyık emirlerle bizzât mübaşereti görünmesin. Çünki azamet ve izzet, öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakikî tesir vermemiştir. Çünki vahdet-i ehadiyet öyle ister. Melekûtiyet ciheti ise, her şeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusatın renkleri, müzahrefatları, ona karışmaz. O cihet, vasıtasız kendi Hâlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona illiyet, ma'luliyet giremez. Eğribüğrüsü yoktur. Maniler müdahale edemezler. Zerre, şemse kardeş olur.

            Elhasıl: O kudret hem basittir, hem nâmütenahîdir, hem zâtîdir. Mahall-i taalluk-u kudret ise, hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dairesinde büyük küçüğe karşı tekebbürü yok. Cemaat ferde karşı rüchanı olamaz. Küll cüz'e nisbeten, kudrete karşı fazla nazlanamaz.

     Üçüncü Mes'ele ki; kudretin nisbeti kanunîdir. Yani: Çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu mes'ele-i gamızayı birkaç temsil ile zihne takrib edeceğiz.

            İşte kâinatta "şeffafiyet" "mukabele" "müvazene" "intizam" "tecerrüd" "itaat" birer emirdir ki; çoğu aza, büyüğü küçüğe müsavi kılar.

             Birinci Temsil: "Şeffafiyet" sırrını gösterir.

            Meselâ: Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa; şemsin aksi, herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. Eğer faraza şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verse idi; bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyzden daha ağır olamazdı.

             İkinci Temsil: "Mukabele" sırrıdır. Meselâ: Zîhayat ferdlerden (yani insanlardan) terekküb eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki ferdlerin ellerinde de birer âyine farzedilse; nokta-i merkeziyenin muhit âyinelerine verdiği feyiz ve cilve-i aks, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz, nisbeti birdir.

             Üçüncü Temsil: "Müvazene" sırrıdır. Meselâ:

            Hakikî ve hassas ve çok büyük bir mizan bulunsa; iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvet ile o hassas azîm terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.

             Dördüncü Temsil: "İntizam" sırrıdır. Meselâ:

            En azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.

             Beşinci Temsil: "Tecerrüd" sırrıdır. Meselâ:

            Teşahhusattan mücerred bir mahiyet, bütün cüz'iyatına en küçüğünden en büyüğüne tenakus etmeden, tecezzi etmeden bir bakar, girer. Teşahhusat-ı zahiriye cihetindeki hususiyetler, müdahale edip şaşırtmaz. O mahiyet-i mücerredenin nazarını tağyir etmez. Meselâ: İğne gibi bir balık, balina balığı gibi o mahiyet-i mücerredeye mâliktir. Bir mikrop, bir gergedan gibi mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.

             Altıncı Temsil: "İtaat" sırrını gösterir. Meselâ: Bir kumandan, "Arş" emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emir ile bir orduyu tahrik eder.

            Şu temsil-i itaat sırrının hakikatı şudur ki: Kâinatta, bittecrübe herşeyin bir nokta-i kemali vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizab olur. Ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil; Cenab-ı Hakk'ın evamir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuddur. Hususî kemali, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur. İşte bütün kâinatın "Kün" emrine itaatı, birtek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaatı gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen "Kün" emr-i ezelîsine mümkinatın itaatı ve imtisalinde, yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab; birden, beraber mündemiçtir. Latif su, nazik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.

     Şu altı temsil; hem nâkıs, hem mütenahî, hem zaîf, hem tesir-i hakikîsi yok olan mümkinat kuvvetinde ve fiilinde bilmüşahede görünse; elbette hem gayr-ı mütenahî, hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatı adem-i sırftan icad eden ve bütün ukûlü hayrette bırakan, hem âsâr-ı azametiyle tecelli eden kudret-i ezeliyeye nisbeten şübhesiz herşey müsavidir. Hiç bir şey ona ağır gelmez (Gaflet olunmaya). Şu altı sırrın küçük mizanlarıyla o kudret tartılmaz ve münasebete giremez. Yalnız fehme takrib ve istib'adı izale için zikredilir.”[2]

     “Kudret-i İlahiyeye nisbeten en büyük şey, en küçük şey kadar kolaydır. Bir nev'in umum efradıyla icadı, bir ferd kadar külfetsiz ve rahattır. Cennet'i halketmek, bir bahar kadar kolaydır. Bir baharı icad etmek, bir çiçek kadar rahattır. Şu sırrı izah ve isbat eden haşre dair Onuncu Söz'ün âhirinde, hem melaike ve beka-i ruh ve haşre dair Yirmidokuzuncu Söz'de haşir mes'elesinde, İkinci Esas'ın beyanında zikredilen "nuraniyet sırrı", "şeffafiyet sırrı", "mukabele sırrı", "müvazene sırrı", "intizam sırrı", "itaat sırrı", altı temsil ile isbat edilerek gösterilmiştir ki: Kudret-i İlahiyeye nisbeten yıldızlar, zerreler gibi kolaydır; hadsiz efrad bir ferd kadar külfetsiz ve rahatça icad edilir. Madem o iki Söz'de bu altı sır isbat edilmiş, onlara havale ederek burada kısa keseriz.”[3]

     “Temsil, tasviri teshil ettiğinden, temsilatla bu gamız noktayı tefhime çalışacağız.

            Meselâ: Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali, deniz sathında, denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor. Meselâ: Kâinat hailsiz şemse müteveccih olmak şartıyla, mütefavit cam parçalarından farzedilse, timsal-i şems zerrede, sath-ı arzda, umumda müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. İşte (şeffafiyet sırrı).

            Meselâ: Noktalardan terekküb eden bir daire-i azîmin nokta-i merkeziyenin elinde bir (mum) ve muhitteki noktaların ellerinde birer (âyine) farzedilse; nokta-i merkeziyenin verdiği feyz, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz nisbeti birdir. İşte (mukabele sırrı).

            Meselâ: Hakikî bir mizanın iki gözünde iki şems, iki yıldız, iki dağ, iki yumurta, iki cevher-i ferd hangisi bulunursa bulunsun, sarfolunacak aynı kuvvetle, hassas terazinin bir kefesi Süreyya'ya, bir kefesi seraya inebilir. İşte (müvazene sırrı).

            Meselâ: En azîm bir gemiyi, bir çocuk dahi oyuncağını çevirdiği gibi çevirir. İşte (intizamın sırrı).

            Meselâ: Bir mahiyet-i mücerrede bütün cüz'iyatına en asgarına, en ekberine yorulmadan, tenakus etmeden, tecezzisiz bir bakar. Mülk cihetindeki teşahhusat, hususiyat müdahale edip tağyir edemez. İşte (tecerrüdün sırrı).

            Meselâ: Bir kumandan arş emri ile bir neferi tahrik, bir orduyu tahrik eder. İşte (itaat sırrı).”[4]

            “… kudretin nisbeti kanunidir. Yani, aza- çoğa, büyüğe – küçüğe bir bakar. Şu mesele-i gamızayı birkaç temsille zihne takrib edeceğiz.
     İşte, kâinatta şeffafiyet, mukabele, muvazene, intizam, tecerrüt, itaat birer emirdir ki, çoğu aza, büyüğü küçüğe müsavi kılar.
     Birinci temsil: Şeffafiyet sırrını gösterir. Mesela, şemsin feyzi-i tecellisi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin her bir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkep olsa, şemsin aksi, her bir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahemetsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir bir olur. Eğer faraza güneş fail-i muhtar olsaydı ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesi ile verseydi, bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyizden daha ağır olmazdı.
     İkinci temsil: Mukabele sırrıdır. Mesela, zihayat fertlerden, yani insanlardan terekküp eden bir daire-i azimenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki fertlerin ellerinde de birer ayna farz edilse, nokta-i merkeziyenin muhit aynalarına verdiği feyiz ve cilve-i akis müzahemetsiz, tenakussuz, nisbeti birdir.      
     Üçüncü temsil: Muvazene sırrıdır. Mesela, hakiki ve hassa ve çok büyük bir mizan bulunsa, iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre, herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvetle o hassas, azim terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.
     Dördüncü temsil: intizam sırrıdır. Mesela, en azim bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.
     Beşinci temsil: Tecerrüd sırrıdır. Mesela, teşahhustan mücerred bir mahiyet, bütün cüiyyatına, en küçüğünden en büyüğüne, tenakus etmeden, tecezzi etmeden bir bakar, girer. Teşahhusat-u zahiriye cihetindeki hususiyetler mudahele edip şaşırtmaz. O mahiyet-i mücerredenin nazarını tağyir etmez. Mesela iğne gibi bir balık, balina balığı gibi o mahiyet-i mücerredeye maliktir. Bir mikrop, bir gergadan gibi, mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.
     Altıncı temsil: İtaat sırrını gösterir. Mesala, bir kumandan “ arş” emriyle bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emirle bir orduyu tahrik eder.
     Şu temsil-i itaat sırrının hakikakati şudur ki: kâinatta, bittecrübe, her şeyin bir nokta-i kemali vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizap olur. Ve incizap, iştiyak, ihtiyaç, meyil, Cenab-ı Hakkın evamir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler. Mümkünat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuttur. Hususi kemali, istidatlarını kuvveden fiile çıkaran, ona mahsus bir vücuttur.
     İşte, bütün kâinatın kün emrine itaatı, birtek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen kün emr-i ezelisine mümkinatın itaati ve imtisalinde yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizap, birden beraber mündemiçtir. Latif su, nazik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.
      Madem kudret-i ezeliye gayr-ı mütenahidir. Hem Zat-ı Akdese laz,me-i zaruriyedir. Hem her şeyin lekesiz, perdesiz melekutiyet ciheti Ona müteveccihtir. Hem ona mukabildir. Hem, tesavi-i tarafeynden ibaret olan imkân itibariyle muvazenettedir. Hem, şeriat-i fıtriye-i Kübra olan nizam-ı fıtrata ve kavanin-i adetullaha mutidir. Hem, manilerden ve ayrı ayrı hususiyetlerden, melekutiyet ciheti mücerred ve safidir. Elbette, en büyük şey, en en küçük şey gibi, o kudrete ziyade nazlanmaz, mukavemet etmez. ” [5]
     Yukarda ki paragraf dikkatle incelendiğinde, varlık ile ilgili üç özelliğin Allah- Varlık, Allah – İnsan ilişkisinde önemli bir yer işgal ettiği görülür. Varlıkta bulunan mukabele, şeffafiyet, itaat özellikleri ile melekutiyet tarafı, Allah- Varlık, Allah- İnsan ilişkisinde önemli rol oynar.
     “ Elhasıl: Madem Sani- Hakim her şey için o şeye münasip bir nokta-i kemal ve ona layık bir mertebe-i feyz-i vücut tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale say edip gitmek için bir istidat vererek sevk ediyor. Ve bütün nebatat ve hayvanatta dahi caridir ki, adi toprağa, elmas derecesine ve cevahir-i âliye mertebesine bir terakkiyet veriyor.”[6]




[1] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 1315.
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 236.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 460.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sünuhat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 2045.
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 237
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 251

22 Mayıs 2016 Pazar

ALLAH – VARLIK İLİŞKİSİ

ALLAH – VARLIK İLİŞKİSİ
      
      Felsefenin, hikmetin en zor konularından biridir Allah (c.c.) varlık ilişkisi. Allah’ın evrene müdahalesi nasıl gerçekleşmektedir? Allah’ın varlıkta tasarrufu ne şekilde olmaktadır? Allah evreni nasıl evirip- çevirmektedir?
     
       Bediüzzaman’ın ( R. Aleyh ), Allah - Varlık, Allah - İnsan ilişkisini incelemeden önce, Bediüzzaman’ın, Allah’ın kudretini varlığa nasıl taalluk ettiğini açıkladığını bilmemiz gerekir. Kudretin varlığa taalluku ile ilgili açıklamalar, Allah – Evren, Allah- İnsan ilişkisinin niteliği hakkında da önemli ipuçları verir.

     
     Bu kısa girişten sonra, önce Allah- Varlık sonrada Allah- İnsan ilişkisini incelemeye devam edeceğiz. İnşallah.

23 Kasım 2015 Pazartesi

ESMA-İ İLAHİYYE

BEDİÜZZAMAN ONTOLOJİSİ

ALLAH

ESMA-İ İLAHİYYE 
            
   Sıfat dairesinden sonra esma dairesi gelir. Esma sıfattan neşet eder. Esmanın mebdei, madeni sıfatlardır.
            
   “ İsim, Cenab-ı Hakkın zati isimleri olduğu gibi, fiili isimleri de vardır. Bu fiili isimlerin Gaffar ve Rezzak, Muhyi ve Mumit, gibi pek çok nevileri vardır.
            
   S- Bu fiili isimlerin kesretle tenevvüü neden meydana geliyor?
            
 C- Kudret-i Ezeliyenin, kâinattaki mevcudatın nevilerine, fertlerine olan nispet ve taallukundan husule gelir.”[1]
             
   “ Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Halikı olan Zat-ı Zülcelalin, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve unvanları ve Esma-ı Hüsnası vardır.”[2]
            
   Bediüzzaman ( R.aleyh) Allah’ın (c.c.) isimlerinin hükümleri,  namları, unvanları farklı sayısız ismi olduğunu belirtir. İsimlerin farklılığının, evrendeki varlıkların farklılıklarından kaynaklandığını belirtir. Allah (c.c.) varlıklar üzerindeki tasarruflarını isimleri aracılığı ile tahakkuk ettirir. Varlıkların farklılığı, farklı isimleri gerektirir.
            
   “Nasıl ki bir sulatanın kendi hükümetinin dairelerinde ayrı ayrı unvanları ve riayetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alametleri vardır. Mesela, adliye dairesinde hâkim-i adil ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı azam ve ilmiyede halife – daha buna kıyasen sair isim ve unvanlarını bilsen anlarsın ki, bir tek padişah, saltanatının dairelerinde ve taka-i hükümet mertebelerinde ve tabaka-i hükümet mertebelerinde bin isim ve unvana sahip olabilir.
              
   Kâinatın her bir âleminde, her bir taifesinde Esma-i Hüsna’dan bir ismin unvanı tecelli eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tabidirler, belki onun zımnında bulunurlar.”[3]
            
   Kâinat, âlemlerden oluşur. Her âlemde ayrı bir ismin unvanı tecelli eder. Âlemler sayısınca isim bulunur.
            
   “ Madem perdelerin birbirine temaşa eder pencereleri var. Ve isimler birbiri içinde görünüyor. Ve şuunat birbirine bakar. Ve temessülat birbiri içine girer. Ve ünvanlar birbirini ihsas eder. Ve zuhurat birbirine benzer. Ve tasarrufat birbirine yardım edip itmam eder.”[4]
            
   “ i’lem eyyühel-aziz! Cenab-ı Hakkın ef’ali birbirine münasip, asarı birbirine müşabih, esması birbirine ayna ve ma’kes, sıfatı birbirine mütedahil,şuunat-ı memzuc…”[5]
            
   “ İ’lem eyyühel-aziz! Esma-ı Hüsnanın her birisi ötekileri icmalen tazammun eder: ziyanın elvan-ı sebayı tazammun ettiği gibi. Ve keza, her birisi ötekilere delil olduğu gibi, onların her birisine de netice olur. Demek, Esma-ı Hüsna, mirat ve ayna gibi birbirini gösteriyor.”[6]
            
   “ Hayat sıfatı bütün sıfatların esası ve menbaı ve İsm-i Azamın masdarı ve medarı olmuştur.”[7]
            
   Daha evvelde belirtildiği gibi, Allah’ın (c.c.) şuunatı, sıfatları, isimleri birbiri içine geçmiş ve zatında erimiştir. Allah (c.c.) bütün isimleri zatında toplar.
            
   “ Kur’an, İsm-i Azamdan ve her ismin azamlık mertebesinden gelmiş.”[8]
           
  “ …İsm-i Azamın tecellisine ve her isimde bulunan ism-i Azamlık mertebesinin tecellisine mazhar…”[9]
            
   “ …o kelamullah ism-i Azamdan, Arş-ı Azamdan Rububiyetin tecelli-i Azamından nüzul edip …”[10]
            
   “ Çünkü hakikat-ı haşr ve kıyamet ism-i Azamın ve bazı esmanın derece-i azamının mazharıdır.”[11]
           
   “ İsm-i Azamı taşıyan altı isim.”[12] Kuddüs, Adl, Hakem, Ferd, Hayy, Kayyum.
            
   Bediüzzaman (R.aleyh) isimleri mertebeleri yönünden farklı mertebelerde değerlendirir. Allah’ın (c.c.) isimlerinden birinin, İsm-i Azam olduğunu belirtir. Bazı yerlerde İsm-i Azamın kişilere göre değiştiğini belirtir. İsm-i Azamı, sadece Allah ( c.c.) bilir.
            
   Ayrıca her ismin kendi içinde azam mertebesi bulunur. Her ismin azam metresinden en aşağı mertebesine kadar yetmiş bin mertebe bulunur. Barla Lahikasında bir öğrencisinin sorusuna verdiği cevapta konu ile ilgili bir cümleyi aktarıyoruz:” Fakat her isminde azami bir mertebesi var ki, o mertebe ism-i azam yerine geçiyor.” 
            
   “ Onun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zülmani ve nurani, yani maddi ve ekvani ve esmai ve fıfati yetmiş binler hicaptan geçmek, her ismin binler husisi ve külli derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfatında mürur edip ta ism-i Azamına mazhar olan arş-ı azmına uruç etmek, eğer cezb ve lütuf olmazsa binler sene çalışmak lazım gelir. Mesela, sen ona Halık ismiyle yanaşmak istersen, senin Halikın hususiyetiyle, sonra bütün insanların Halıkı cihetiyle, sonra bütün zihayatların Halıkı ünvanıyla, sonra bütün mevcudatın Halıkı ismiyle münesabattarlık lazım gelir.”[13]
            
   Allah’ın (c.c.) İsim ve sıfatlarının evrendeki tasarrufları sonucu evrendeki varlıkların mertebeleri meydana çıkar.
           
   “ her vakit tecelliyatı tazelenmekte olan şuunat-ı esma-ı ilahiyenin manilerini ifade için…”[14] Şuunat-ı ilahiye, şuunat-ı rububiyyet tabirleri de kullanılmaktadır.
            
   Yukarıdaki paragrafta ve aşağıda gelecek paragraflarda, Allah’ın (c.c.) zatı için bahsedilen şuunatın, isimler içinde kullanıldığını görüyoruz. Her ismin kendine layık şuunatı bulunduğu belirtilmektedir.
            
   “Binbir esmai-i ilahiyenin her birinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemal ve fazl ve kemal bulunduğu gibi, pek çok meratib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve Kibriya vardır.”[15]    
            
   “ Cemil-i Zülcelalin nihayet derecede güzel olan Esma-ı Hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.
            
   Eğer Cemil-i Zülcelalin esmasındaki hüsünlerin mevcudat aynalarında bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayali gözle bak. Ve hem bil ki, rahmaniyet, rahimiyet, hâkimiyet, adiliyet gibi tabirler, Cenab-ı hakkın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işret ederler.”[16]
            
   Yukarıdaki bir paragrafta değinildiği gibi, isimler bir başka açıdan zati ve fiili isimler olarak ikiye ayrılır.
            
   “ Cenab-ı Hakkın zati isimleri olduğu gibi fiili isimleri de vardır. Bu fiili isimlerin Gaffar ve Rezzak, Muhyi ve Mümit gibi pek çok nevileri vardır.”[17]
            
   Emirdağ Lahikasında yukarıdaki paragrafın şerhi niteliğinde şu açıklama yapılır:” Biliniz ki, Zat-ı Vacib-ül Vücudun binbir hüsnasından bir kısmına esma-ı Zatiye denilir ki, her cihetle Zat-ı akdesi gösterir. Onun adı ve unvanıdır. Allah, Ahad, Samed,Vacib- ül Vücud gibi çok esma var. Bir kısmına da Esma-ı fiiliye tabir edilir ki, çok nevileri var. Gaffar, Rezzak, Muhyi, Mumit, Muim, Muhsin.”
            
   Aşağıdaki paragraflarda ise İsimlerin varlığa etkileri bahsedilmektedir. İnşallah bu konu ilerde daha ayrıntılı incelenecek.
            
   “ …o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemalat ve ayrı ayrı cemaller ve çeşit çeşit güzellikler, Sani-i Zülcelalde olan fiillerin, isimlerin ve sıfatların ve şe’nlerin ve Zatının kendilerine mahsus, münasip ve layık vacibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarak hadsiz kemalatlarına ve nihayetsiz cemallerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkinde güzelliklerine gayet sarih şehadet ve gayet kati delalet ederler.”[18]
            
   “ Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır; ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır; ve suret haikaka istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddi ve cismani olan alem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lafızdır, bir surettir; alem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-ı ilahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, canlanır, ona bakar güzelleşir. Bütün maddi güzellikler kendi hakikatlerinin ve manalarının manevi güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise esma-ı ilahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir.”[19]



[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst.1966, C II. sf.1160
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.71.
[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.143.
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.143.
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, C II. sf. 1333
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, C II. sf. 1331.
[7] ediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.917
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.51
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.39
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.130
[11] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.146
[12] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.797
[13] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.75

[14] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.249
[15] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.285
[16] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.881
[17] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst.1966, C II. sf.1160
[18] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.880
[19] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, C I. sf.881

ALLAH’IN ( C.C.) SIFATLARI

BEDİÜZZAMAN  ONTOLOJİSİ

ALLAH

ALLAH’IN ( C.C.) SIFATLARI
            
   Allah’ın ( c.c.) şuun-u Zatiyesinden sonraki mertebe sıfat mertebesidir. Allah’ın (c.c.) sıfatları, isimlerin menşei, madeni iken, kendisi de şuunat-ı zatiyeden neşet eder.
            
   “ Ey arkadaş! sani-i Zülcelâl, Vahid ve Vacibü-l Vücud olduğu gibi, bütün sıfat-ı Kemaliye ile de muttasıftır. Zira âlemde ve masnuatta bulunan kamalat tamamıyla saniin kemalinden tecelli eden gölgeden muktebestir. Öyleyse, Sanide bulunan cemal, kemal, hüsün umum kâinatta bulunan umum cemallerden, kemallerden, hüsünlerden gayr-ı mütenahi derecelerle yüksektir.
            
   Ve keza, Sani-i Zülcelâl, bütün nevakıstan pak ve münezzehtir. Çünkü noksaniyet, maddiyatın mahiyetlerindeki istidadın kılletinden ileri gelir. Hâlbuki Cenab- Hak maddiyattan değildir.”[1]
            
   Kâinattaki tüm güzelliklerin, olgunlukların kaynağı, Allah’ın  (c.c.) kemal ve cemalidir. Kâinattaki varlıklar kabiliyetleri nispetinde bu cemal ve kemale mazhar olur.
            
   “ i’lem eyyühel-aziz! Cenab-ı Hakkın ef’ali birbirine münasip, asarı birbirine müşabih, esması birbirine ayna ve ma’kes, sıfatı birbirine mütedahil,şuunat-ı memzuc…”[2]
            
   Daha önce de alıntıladığımız bu parağrafta, Allah’ın (c.c.) zatında bu sıfatlar birbirine müdahil, iç içe olarak tanımlanmakta.
            
    “ Çünkü hayat pet çok sıfatın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır… Demek hayat bir nokta-i mihrakiye hükmünde, muhtelif sıfat birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir.”[3]
            
    Allah’ın (c.c.), hayat sıfatı diğer sıfatlarını birleştirir. Birbiri ile irtibatlandırır. Bir sıfat kendisi aynı kalarak diğer sıfatları içerir.
             
  “ الرحمان الرحيم   Bu iki sıfatın Lafza-i Celalden sonra zikirlerini icap eden münasebetlerden birisi şudur ki:
           
    Lafza-i Celalden, celal silsilesi tecelli ettiği gibi bu iki sıfattan dahi cemal silsilesi tecelli ediyor.
            
   İkincisi: Cenab-ı Hakkın ismi, zat- Akdesine ayn olduğu cihetle, lafza-i Celal sıfat-ı ayniyeye işarettir.   الرحيم de, fiili olan sıfat-ı gayriyeye imadır. الرحمان dahi, ne ayn nede gayr sıfat-ı sebaya remizdir.”[4]
            
   Besmelenin tefsirinde, lafzatullahtan الله sonra gelen rahman ve rahim sıfatlarının, celali sıfatlardan sonra cemali sıfatları ifade ettiği belirtilir. Özel isim olan الله  ismi zati sıfatlara, hem isim hem de sıfat anlamlı   الرحمانismi, ne zatın aynı ne de gayrı sıfatlara, sadece sıfat anlamlı  الرحيم ismi zatın gayrı isimlere işaret eder.
            
    “ Arkadaş! Cenab-ı hakkın sıfat-ı ezeliye âleminde biri celali, diğeri cemali, iki tür tecellisi vardır.
            
    Celal ile cemalin sıfat-ı ef’al âleminde tecellisinden lütuf ve kahır, hüzün ve heybet tezahür eder.
            
    Ef’al âlemine tecelli edince تحلية  ile  تخلية , tezyin ile tenzih doğar.
           
    Asar ve a’mal âleminden âlem-i ahrete intiba’ edince, lütuf cennet ve nur olarak, kahır da cehennem ve nar olarak tecelli eder.
            
   Sonra âlem-i zikre in’ikas edince, biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır.
            
   Sonra âlem-i kelamda tecelli edince, kelamın emir ve nehye taksimine sebep olur.
            
   Sonra âlem-i irşada intikal edince, irşadı terhib ve tergib, tebşir ve inzara taksim eder.
            
    Sonra vicdana tecelli edince, reca ve havf husule gelir.”[5]
            
   “ Şu kâinata dikkat edilse, görünüyor ki, içinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış kök atmış: hayır-şer, güzel-çirkin, nef’-zarar, kemal- noksan, ziya- zulmet, hidayet- dalalet, nur-nar, iman- küfür, taat-isyan, havf-muhabbet, gibi asarlarıyla, meyveleriyle, şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor, daima tagayyür ve tebeddülata mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıt olan dalları ve neticeleri ebede gidecek, temerküz edip birbirinden ayrılacak, o vakit cennet – cehennem suretinde tezahür edecektir.
            
    Madem âlem-i beka, âlem-i fenadan yapılacaktır. Elbette, anasır-ı esasiyesi bekaya ve ebede gidecektir. Evet, cennet ve cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecelligahıdır ki, dest-i kudret bir hareket-i şedide ile çalkaladığı vakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır.”[6]
            
   Cemali ve celali sıfatların tecellilerinin türlerini, şümulünü ve sonuçlarını açıklayan iki paragraf sunduk. Bu paragraf,  Bediüzaman’ın (R.aleyh) önemli fikirlerinin, düşüncelerinin çıkış noktasını ifade ediyor.
            
    “ Eğer Cemil-i Zülcelalin esmasındaki hüsünlerin mevcudat aynalarında bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü küçük bir bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayali gözle bak. Ve hem bil ki, rahmaniyet, rahimiyet, hâkimiyet, adiliyet gibi tabirler, Cenab-ı Hakkın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine, işaret ederler.”[7]
            
    “ Ve keza, kâinatı müştemilatı ile beraber içine alan pek geniş bir merhamet görünüyor. Bu merhamet, rahmet, hikmet, inayet, in’am gibi çok sıfatları tazammun ediyor.”[8]
            
    “ Esma-i ilahiye ve sıfat-ı kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibariyle hadsiz meratip bulunabilir. Hâlbuki Cenab-ı hak, o sıfat ve esmanın mümkün ve mütasavver bütün meratibinin en ekmelinde, en ahsenindedir.”[9]
            
   “ …Esma-ı Hüsna’dan ve perdesinin arkasında, sıfat-ı seb’a-i kudsiyenin ilmelyakin, belki aynel yakin, belki hakkal yakin derecesinde vücutları ve tahakkukları anlaşılır… ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfat-ı Sübhaniyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsi sıfatların madeni ve mevsufu olan ezeli ebedi bir Zat-ı Zülcelalin… ve yedi sıfat-ı subutiye olan hayat, ilim, kudret, irade, sem’, basar, ve kelam sıfatlarının celalli ve cemalli tecellileri ile tanıttırır, bildirir…
            
   Evet, nasıl ki, kelam sıfatı, vahiyler ve ilhamlarla Zat-ı Akdesi tanıttırır. Öyle de, kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san’atlı eserleriyle o Zat-ı Akdesi bildirir ve kâinatı baştanbaşa bir Furkan-i cismani mahiyetinde gösterip bir kadir-i Zülcelali tavsif ve ta’rif eder.
           
   Ve ilim sıfatı dahi hikmetli, intizamlı, mizanlı, olan bütün masnuat miktarınca ve ilimle idare ve tedbir ve temyiz edilen bütün mahlûkat adedince, mevsufları olan bir tek Zat-ı Akdesi bildirir.
            
   Ve hayat sıfatı ise aynaları olan bütün zihayatları şahit göstererek zat-ı kayyumu bildirir. Bu kıyasla, görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi, her biri birer kâinat kadar Zat-ı Akdesi bildirir, tanıttırır.[10]
            
   Allah’ın  (c.c.) bazı sıfatları bu sıfatların özellikleri ve tezahürlerinden bahseden paragrafları da bu şekilde alıntılamış olduk.



[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1219
[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1333
[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 311
[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1161
[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İ.İ’caz, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1182
[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 239
[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 881
[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M. Nuriye, Nesil Yay. İst.1966, II. C. sf. 1301
[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 281
[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İst.1966, I. C. sf. 917